18
Yorum
34
Beğeni
5,0
Puan
182
Okunma
Kadın, hayatın kıyısında yürürken aslında kendi içinden geçiyordu. Adımlarını duyan yoktu belki; ama gökyüzü, her titreyişini muntazam bir kayıt gibi saklıyordu. Kader, ona sanki eski bir masalı yeniden okur gibi davranmış; kimi zaman fısıldamış, kimi zaman susturmuş, kimi zaman da onu kendi ateşine doğru çekmişti.
Bu yürüyüş, bir yolculuktan çok daha fazlasıydı:
Bir ruhun gölgesine dönüşüp tekrar ışığa sızma serüveniydi.
İşte bu şiir, o kadının görünmeyen defterinden kopan bir sayfa;
küllerle yazılan, sırlarla mühürlenen,
biraz geceyi, biraz duayı, biraz da kaderin sessiz çığlığını taşıyan bir parça…
Ve bütün yol boyunca yalnızca tek bir ışık hiç sönmedi:
Kalbindeki kandilin gölgede yanan sırrı.
…işte öyle yürüdüm.
Gölgemi koluma takıp,
Ruhumu rüzgâra emanet edip…
Kalbim, loş bir mabedin kapısını çalan
ürkek bir çocuktu;
sesimse duaların yankısında
kaybolan ince bir sır.
Yürüdüm…
Karanlık, omzuma hırka oldu;
ışık, avuçlarımda sustu.
Ve ben,
dizlerinde eski ilahiler saklayan
yorgun bir kadın gibi
her adımda kaderi tarttım.
Bir ara,
gökyüzü alnıma mühür bastı;
yıldızlar, içimdeki yangına
sessizce su taşıdı.
Sonra anladım:
İnsan, en çok kendi ateşinde üşür;
kendi kapısından kovulur da
yine kendi kapısında bekler.
Yürüdüm…
Bir sır gibi sakladım içimdeki fırtınayı;
kimse bilmedi
hangi taşta kaldığımı,
hangi duada düştüğümü.
Ama ben bilirim:
Fitilin can çekiştiği anda
yanar en hakiki ışık;
ve kadın kalbi,
o ışığa en yakın duran kandildir aslında.
İşte böyle yürüdüm…
Ne bir iz bıraktım arkamda,
ne de bir ses.
Sadece göğe teslim ettim
bende kalan son kelâmı:
“Rüzgâr alırsa,
sır saklar;
Allah duyarsa,
kalp parlar…”
5.0
100% (21)