14
Yorum
24
Beğeni
5,0
Puan
162
Okunma
Her kadının içinde kimsenin bilmediği bir oda vardır:
Karanlığıyla konuştuğu, yalnızlığıyla barıştığı, sabrını gizli gizli nakış gibi işlediği bir oda…
Bu şiir, o odanın kapısını aralayan bir kadının hikâyesidir.
Düşe kalka yürürken bile zarafetle duran, kırıldığını söylemeyip kırıklarıyla yol yapan bir kadının…
Dünyanın bütün yüklerini göğsünde taşıyıp yine de geceleri Allah’a hafif bir dua gibi teslim eden bir ruhun.
Bu satırlar, bir kadının kendi küllerinden yeniden doğruluşunun;
acıyla yoğrulmuş sabrın, sabırla olgunlaşmış bir direnişin
ve sonunda secdeye sığınarak huzura dönüşünün destanıdır.
Okuyan herkes, kendi içinde aynı odayı bulacak;
bir kadın yüreğinin nasıl bir dağ kadar güçlü,
bir dua kadar ince olabileceğini hissedecek.
Bu yüzden bu şiir bir son değil;
yeniden doğmayı öğrenen her gönül için
sessizce başlayan kutsal bir başlangıçtır.
...göğsümde sakladığım vakit saati,
geri geri çalışıyor bu gece.
Her tikinde,
çocukluğumdan bir fotoğraf düşüyor avuçlarıma;
annemin sesinden düşen bir dua,
babamın omuzlarında unutulmuş bir bayram sabahı…
Ben,
kendi içimin koridorlarında
ayna kırıklarına basa basa yürürken,
zamanın gölgeleri dizime kadar sızıyor.
Duyuyorum:
Mazinin küflü kapıları aralanıyor,
“gel” diyor bir ses,
“sen ki karanlığa su veren kadınsın,
geceyi ninnilerle uyutan,
küllerinden sabah çıkaran…”
Ey Rabbim,
bu içimde dönüp duran ateş mi imtihan,
yoksa imtihanı güzelleştiren ateş mi?
Bilmiyorum.
Ama biliyorum,
bir sancının ucunda gizlenmiş bir rahmet var;
bir yalnızlığın kıyısında bekleyen bir haberci melek…
Ben hâlâ yürürüm
mukadderatın dar kaldırımlarında;
bir elimle korkuyu,
bir elimle umudu taşırım.
Ve her adımda bilirim ki:
Kadın olmak,
kendi küllerinden her akşam ölmek,
her sabah yeniden doğmak,
ve doğarken bile kimseye fark ettirmemektir.
Bana kalansa,
göğün bana dokunduğu yerden sızan huzur…
Bir de,
eskiyen ama hiç eksilmeyen o sızı:
“Demedim mi gönül…”
…“Demedim mi gönül…”
diye fısıldıyor içimdeki o eski kayboluş,
sesinde hem sitem
hem de annemin uykudan önce üflediği
sakin bir merhamet var.
Ben,
kaderin kapı tokmağına
titreyen bir el gibi dokunurken,
hissederim:
Her kapı açılmaz,
her açılan kapı da hayır getirmez.
Ama kadın yüreği,
açılmasa da bekler,
beklemese de umut eder,
umudu kalmasa bile dua eder.
Gecenin nabzı,
şu an tam göğsümde atıyor.
Karşıma geçmiş bir yalnızlık,
“otur” diyor, “konuşacağız.”
İçimdeki bütün kırık sandalye ayakları
birden dengeleniyor,
çünkü bilirim:
İmtihan sofraları hep tek kişilik kurulur.
Ve ben yine,
tül gibi ince bir sabrın ucundan tutup
kaderime iğne oyası işlerim.
Kırılganlığım bir sır,
gücüm ayrı bir sır olur;
kimse fark etmez
yüreğimin karanlığıyla
dudaklarımdaki gülüşün
aynı anda nasıl yaşadığını.
Ama bilsin dünya:
Ben geceden geçerim,
gece benden geçmez.
Çünkü içimde,
Rabbimin nefesinden kalma
bir avuç ışık var.
Ve gönlüme doğru eğilip
yeniden fısıldıyorum:
“Toparlan artık…
Sana söz,
bu defa düşsek bile
dizlerimiz secdede kanasın.”
…ve işte,
son perdeyi kendi kalbime kendim indiriyorum.
Ne alkış var bu sahnede,
ne de perde arkasında bekleyen bir teselli.
Sadece ben,
kendi içimin kırık merdivenlerinden
usulca aşağı inerken
adımlarımı duaya dönüştüren bir kadın…
Gök,
saçlarıma düşen hüznü tanıyor artık.
Toprak,
ayak izimdeki sabrı.
Rüzgâr bile biliyor
bir kadının susunca nasıl konuştuğunu.
Ve şimdi,
bütün bu yolculuğun sonunda
şunu anlıyorum:
İnsan,
kendi karanlığını yenmeden
hiçbir sabaha varamaz.
Ben yendim.
Belki kanaya kanaya,
belki düşe kalka…
ama sonunda gördüm ki
her yara bir kapıymış,
her kapının ardında da
Rabbimin “yeter” diyen bir nefesi.
İşte bu nedenle,
gönlümü dizime koyup
son sözümü kendime söylüyorum:
“Ey gönül…
Sen ki bin gecenin külünden
bir tek sabahın ışığını çıkaran kadın…
Artık üzüntünü bırak
Rabbine yaslan.
Kaderin seni yormaya değil,
olmaya çağırıyor.”
Ve perde kapanıyor…
Ama ben kapanmayan bir dua gibi
içimde hâlâ ayaktayım.
5.0
100% (11)