4
Yorum
41
Beğeni
0,0
Puan
498
Okunma
Kelâm henüz düşmemişti semâya
hâlâ salınırdı
ruhumun mahfûz sırları
Bir sükût ki, eyyâmın en dipsiz uçurumunda,
taşardı içimde tufan-ı esrar.
Gölgeme dokunan seyyah,
sustuğum yerden geçiyorsun.
Alnımda dün’ün mühürlü tortusu,
her kıvılcımda bir zuhur yanıyor.
İçimde, küllerden doğan kuşlar
unutulmuş bir lisanla göçüyor.
Dağlar buğudan tahtlar kurdu göğe
Doruklar sisle taştan birer makam
her eşik çöktü,
ışık ağıta dönüştü.
Toprak nefesini tuttu, yıldızlar sustu.
Sırlar taşlarda ağır ağır eridi
Fısıltılar ney gibi düştü
göğsümde fırtınalar,
ay ışığını denizin dibine gömdü
Unutmadım;
rahminden ömrü doğuranları,
kendi gözleriyle yüzleşen aynaları,
gölgesini bile bırakmadan gidenleri.
Her gün, içimde bir izmihlâlin esintisi.
Gönlümde tarumar hâlinde mesken,
sözlerim mecrâsını kaybetmiş bir ırmak.
Her bakış, göğe bırakılmış özlem yaprağı,
ayazda unutulmuş bir keder çiçeği.
Anlayamadım henüz ayın başına geleni
gömdük tüm mevsimleri.
Tın’ım,
bir bargâhın kırık sesiyim.
Duvarlar ki
bir ceviz kadar küçük;
buradayım.
Dilime kazınmış bir çivi yazısı.
Adım,
zulmetin karanlık dehlizlerinde.
Ey seyyah,
sesinle kuruyor içimdeki nehir.
Kıvrıl ki, uykuya dalan çiçek gibi,
ayazda unutulmuş kaderin rengi olayım.
Sessizliğin sınırında
geri esner zaman.
Leylim,
koynunda henüz düşe düşmemiş bir nefes
belki de hiçliğin içinde
kımıldamayan bir şiirim
....