11
Yorum
44
Beğeni
0,0
Puan
539
Okunma
Sabahın teninde küskün ışık,
ince bir su tüyü.
Aşk, küllerinde inleyen bir alaz.
Çağırsa ölüm...
kesik bir kuşkanadı çırpınır yola.
Sesim kırılır…
kendi gölgeme düşerim.
Kavruk iklimde
intihar ürperir.
Uçurumun dudaklarında ağır susku.
Mavi bir titreme siner yapraklara.
Bir mısra kekik kokar.
Tenha bahçelerde büyür yalnızlık.
Ay geceyi ikiye yarar;
kent masaldan önce uyurken,
karanlığın avuçları üşür.
Kandehar’ın kuru tozu,
kervanın ayak izinde.
Göçebenin teni,
çöl güneşinin kızgın mühürleri.
Gölgesiz bir çizgi,
yolun kavrulmuş ortasında.
Her çadır, zamana direnmiş
ince bir yara.
Bir annenin dilinden dökülen oyalı söz,
esintinin kanatlarında bir sır gibi uçar.
Kor gibi bir son,
hilalin kızıl eşiğinde.
Mızıka sesi,
buğulu havayı deler.
Tunç atın gölgesinde dünün köprüsü,
ardında sessiz bir iz.
Nehir, zar gibi kıvrılır vadilerde.
Sarnıçta buz zerresi,
ayazın kurşun rüzgarını saklar.
Bulutlar, geceye
donuk bir hırıltı bırakır.
Her şey aynı...
Karada da açsa güller,
kaderin izi değişmez.
Kaçışın hikâyesi,
çıplak gerçekle yüzleşir.
Beyaz güller,
aşkın niyazı kadar,
ağıdın da saklı fısıltısı.
Kıyıya vurur derin susku;
boşluk, masalın kapısında
unutulmuş bir suret
....