1
Yorum
13
Beğeni
5,0
Puan
117
Okunma

Onu en son gördüğüm günü hatırlıyorum: Havanın ne kadar soğuk olduğunu değil, omuzlarıma çöken o eksikliği. İnsan bazen hava durumunu değil, eksilişleri üşürmüş meğer. O gün hissettiğim tam olarak buydu. Sanki biri içimdeki en parlak rengi alıp cebine koymuştu.
Konuşamadım. Söylemek istediğim çok şey vardı ama kelimeler ağzımda büyüyüp ağırlaştı. Bir veda cümlesi kuracak kadar güçlü değildim. O an içimde bir çocuk vardı—kırılgan, ürkek, bir şey söylemeye kalksa ağlayacak gibi duran bir çocuk. Belki de o çocuk, yıllar önce bir köy yolunda koşarken düştüğü yerden hiç doğrulamamıştı. Bilmiyorum. Ama o çocuk, bu defa da beni susturdu.
O gittikten sonra odada bir süre daha oturdum. Sandalyenin kenarında, ellerim birbirine kenetlenmiş halde. Sanki birazdan kapı açılacak ve “Unuttum,” deyip geri dönecekmiş gibi. Ama kapı açılmadı. Sessizliğin kendisi, bir insanın geri dönmemesine ne kadar kolay alıştığını fısıldıyordu bana.
O günlerden sonra tuhaf bir alışkanlık edindim. Gece yatmadan hemen önce pencereyi azıcık aralıyordum. İçeri dolan serinliği sevmiyordum aslında ama yine de yapıyordum. Belki rüzgâr bana onun sesinden bir kırıntı getirirdi. Belki bir hatırlama, bir nefes, bir “buradayım” hissi… Gelmedi elbette. Ama kapının eşiğinde bekleyen bir köpek gibi, her gece aynı umudu taşıdım içimde.
Bazen çocukluğumla konuştuğumu fark ediyordum. İçimde yaşayan o küçük halimle. Bir köşeye çekilip beni izliyordu:
“Yine mi kayboldun?” der gibi.
Başımı eğiyor, cevap vermiyordum. Kaybolmaktan yorulduğumu söylemek isterdim, ama insan bazı şeyleri kendine bile itiraf edemiyor.
Geçmiş, koltuğun ucunda oturmuş beni dinliyordu sanki. Anılar, kırılmasın diye özenle sakladığım cam eşyalar gibi raflarda duruyordu. Ama içlerinden bazıları, kendi ağırlığını taşıyamayıp çatlıyor, bazen ben fark etmeden içimden dökülüyordu. Yine de onunla ilgili hiçbir şey kirlenmiyordu içimde. Ona kızamıyordum. Kızacak bir şey yoktu. Bir insan bazen sadece vedayı taşıyamadığı için susarmış; bunu çok geç anladım.
Her sabah evden çıkarken ayakkabımı bağlayışım bile değişti. Çiğin üzerine basarken çıkan o hafif ses, bana tuhaf bir huzur veriyordu. Sanki dünya hâlâ yeniden başlayabilirmiş gibi. Binlerce ihtimal, heybemde taşımaya korktuğum halde, peşimden geliyordu. Belki de bu yüzden, bir kuş pencere kenarımdan uçup gidince içim biraz aydınlanıyordu. Onunla bir ilgisi var mıydı bilmiyorum, ama o an her şey hâlâ mümkünmüş gibi geliyordu.
Bir defasında çocukluğumun geçtiği köyü düşünürken gözlerim doldu. O köy yolunda koşan, çamurlara bata çıka kahkaha atan çocuğu düşündüm. O çocuk hâlâ benim içimde bir yerlerdeydi. Kırılgan, ama umutlu. O çocuk beni affediyor muydu bilmiyordum; ama o her hatırlandığında içimde bir şey iyileşiyordu.
Zaman geçtikçe, bazı sevdaların konuşunca değil, sustukça büyüdüğünü anladım. İnsan bazen söyleyemediklerinde saklarmış en çok duygusunu. Ben de belki bu yüzden ona hiç kızamadım. Kırgın olduğum anlar oldu elbette—ama kırgınlık sevginin küflenmiş hâli değilmiş meğer. Kırgınlık, insanın hâlâ vazgeçemediğini gösterirmiş.
Şimdi, uzun bir zaman sonra, kendi kendime fark ettim: İçimdeki sessizlik ona ait. Onun adıyla dolu. O sessizlik bazen beni yaralıyor, bazen iyileştiriyor. Ama en çok da bana kendimi anlatıyor.
Pencereyi yine aralıyorum. Soğuk hava usulca içeri süzülüyor. Yüzüme çarpan rüzgârda, sanki uzaklardan gelen bir ses var. Bir iz, bir hatırlatma, bir dokunuş.
Belki de gitmekle kalmak arasında bir yerde, onunla birlikte yeniden yazdığım bir hikâyenin içinde yaşıyorum hâlâ.
Ve biliyorum…
Bazı sevdalar bitmez.
Sadece sessizleşir.
Ben onu işte o sessizlikte saklıyorum.
5.0
100% (4)