0
Yorum
7
Beğeni
5,0
Puan
153
Okunma

Ben sevmeyi geç öğrendim…
Belki de hep biliyordum ama gösterecek bir kalp bulamamıştım.
Çünkü bazı evler vardır —
dışarıdan sıcacık görünür ama içinde rüzgâr eser.
Bizim ev öyleydi.
Sobanın yanına oturur,
ellerimi uzatırdım,
ama ne soba ne sıcak çay, içimdeki üşümeye yetmezdi.
Babamın sesi ağırdı, tok ve yorulmuş.
Annemin sesi ise neredeyse yoktu.
Birinin gürültüsüyle, diğerinin sessizliğiyle büyüdüm ben.
O yüzden kalbim, hem gürültüye hem sessizliğe duyarlı oldu.
Küçüktüm…
O kadar küçüktüm ki,
bir insanın sevgisiz kalınca neden kırıldığını anlamak için erken,
ama o kırığın içinde yaşamak için fazlasıyla büyüktüm.
Bir gün, babamın sesi yine evi doldurduğunda,
sobanın yanına sığınıp kendi kendime dedim:
“Bir gün… birinin avucunu ısıtacağım.”
O yaşta bilmezdim ne demek, ama içim inanmıştı.
Ben, birine iyi gelmeye söz vermiştim daha çocukken.
Babam “adam ol” derdi,
ama o kelime benim içimde hiç tamamlanmazdı.
Adam olmak neydi?
Ben büyüdükçe anladım:
adam olmak, bağırmamakmış.
Bir çocuğun ağlamasına dayanabilmek,
birinin korkusuna dokunabilmekmiş.
Ama o zaman bilmiyordum.
Sadece, sevginin eksikliğini,
bir şarkının yarıda kesilmesi gibi hissediyordum.
Annem sessizdi.
Ama o sessizlikte dua gizliydi.
Bir akşam sordum ona:
“Mutlu musun anne?”
Bir an durdu,
bulaşık suyundaki köpükler bile sustu sanki.
Sonra dedi ki:
“Mutluluk… bir fincan çayın buharı oğlum.
Yüzünü ısıtır, sonra kaybolur.
Ama yüzün ısındı mı, o da bir şey.”
Ben o buharda büyüdüm.
Kaybolsa da ısıtan bir şeyin içinde.
Yıllar geçti.
Okul, arkadaşlıklar, şehir gürültüsü...
Ama içimde hep bir eksik vardı.
Ne zaman gülsem, bir yanım eksik kalırdı.
Ne zaman sevsem, elim terler, kalbim ürkerdi.
Çünkü sevgi, bana hep “gidecek” gibi öğretildi.
Yalnızlık, benimle yürüyen bir gölge gibiydi.
Okul çıkışlarında, kalabalığın ortasında bile yalnızdım.
İçimde konuşan bir çocuk vardı;
ben onu susturamadım, o da beni bırakmadı.
O çocuk bana hep aynı şeyi fısıldadı:
“Bir gün biri gelir,
ve sen sonunda inanırsın.”
Ve geldi.
Bir kütüphanede oturuyordu.
Parmak uçlarıyla sayfa çeviriyordu.
O kadar sade, o kadar sessizdi ki…
onu gördüğüm anda içimdeki su kıpırdadı.
Gözlerine baktım,
ve o an anladım:
bazı insanlar konuşmadan da seni anlatabilir.
Onunla ilk kez yürüdüğümde,
sokak lambaları bile sessizdi.
Kaldırımlar genişlemiş, dünya nefes almış gibiydi.
O gülünce çocukluğum geri geldi.
Yıllar sonra salıncağa bindim.
Ayaklarım yerden kesildi,
ve gökyüzü eskisinden daha yakın durdu.
Onunla öğrendim:
Sevmek, birini değiştirmek değilmiş;
onunla değişmekmiş.
Sabır, beklemek değilmiş;
yanında sessiz kalabilmekmiş.
Ve bazen,
“özür dilerim” demek,
bir ömürlük sevgiye kapı açarmış.
Ama hayat bu ya…
hiçbir bahar sonsuz değil.
Bir sonbahar geldi.
Hava soğudu.
Kelimeler kısaldı, dokunuşlar çekildi.
Bir akşam dedi ki:
“Yoruldum… ama senden değil, hayattan.”
O cümle kalbime oturdu.
Bir taş gibi.
Kıpırdayamadım.
Çünkü bazı yorgunluklar konuşarak geçmez.
Ben sustum.
Ama içimdeki çocuk ağladı.
Yıllarca susturmuştum onu,
o gün bıraktım ağlasın.
Çünkü anladım…
sevmek, kaybetmeyi de bilmektir.
Bazen gitmesine izin vermektir,
ama yine de iyi dileklerle uğurlamaktır.
Sonra bir sabah uyandım.
Pencerenin önüne geçtim.
Güneş vardı.
Elleri mi uzattım…
ve fark ettim: üşümüyorum.
Kimse tutmamıştı elimden,
ama ben kendimi tutmayı öğrenmiştim.
O gün dedim ki:
Ben sevmeyi bilen bir adam değilim.
Ben sevgide öğrenen bir adamım.
Çünkü sevmek, bir varış değil…
bir yolculuk.
Biriyle yan yana yürümek,
ama aynı zamanda kendi gölgene bakabilmek.
Küsmeden, kin tutmadan,
her düşüşte yeniden sevebilmeyi seçmek.
Bazen tek bir “göz göze gelmek”,
bütün ömrüne denk gelir.
Bazen bir gülüş,
bir çocukluğu iyileştirir.
Şimdi biliyorum:
Bir insan sevdikçe değil,
sevince insan olur.
Ve sevince,
içinden bir çocuk çıkar.
Kirpikleri uzun,
dizleri yaralı,
ama gözleri...
gözleri pırıl pırıl.
O çocuk benim.
Ben hâlâ içimde o çocuğu taşıyorum.
Ve hâlâ,
birinin avucunu ısıtmak için yaşıyorum.
5.0
100% (3)