14
Yorum
34
Beğeni
5,0
Puan
209
Okunma
üzerime bir göç sızısı çöktü yine
rengi mürekkep karası, kokusu kül...
zaman, suratıma çarpan soğuk bir ceset eli gibi
diri olan ne varsa benden çekip alıyor
eskinin merhametli kokusu,
iyiliğin tozlu raflarına karışıp silinirken,
yeninin o çiğ ve yabancı kokusu,
İçimdeki son yıldızları birer birer üfleyip söndürüyor
tenimde açılan mor bir leke
ne bir baharın müjdesidir artık,
ne de bir çiçeğin güzel kokusu
o, karanlığın ruhuma vurduğu
kirli ve mühürlü bir mülkiyet
acıyı zihnimin karanlık kuyularına,
paslı bir çiviyi çakar gibi perçinleyen...
bak, turnalar bile vazgeçti gökyüzünden
düşüyorlar birer birer o sağır ve kara sulara
kanatlarında taşıdıkları,
yorgunluğun yankısız çığlığıdır aslında
ruhum, aynı kâbusun
dehlizlerinde zincire vurulmuş bir esir,
anlar ise bir çile yumağı,
çekildikçe uzayan, uzadıkça içimi boğan...
Işığın o son, can çekişen parıltısı,
gözlerimin çukurunda kendi mezarını kazıyor
ayaklarım, uyumak için sabırsızlanan
lal toprağa her değdiğinde
kabir sessizliğindeki o ebedi uykuyu
iliklerimde hissediyorum
Yüreğim, kaçınılmaz bir ayrılığın
soğuk nefesini ensesinde duyan bir av...
vedasız gidişlerin o devasa ağırlığı altında,
gözlerimdeki boşluk,
ışığı bile yutan bir karadelik gibi büyüyor
her yıl dönümü,
varlığımdan koparılıp alınan bir parça ömür,
her takvim yaprağı,
kendime geç kalışımın beyaz ve soğuk kefeni...
zamanın açtığı bu morluk,
bu dikiş tutmaz derin yara
ruhumun o büyük göçü başladığında,
artık ne bir merhem kabul eder ne de güneşle iyileşir.
o artık kendi karanlığında
ellerini göğe kaldırmış
kendi sızısının sessiz şahididir
5.0
100% (18)