2
Yorum
13
Beğeni
5,0
Puan
116
Okunma
Çiğdem, pencerenin önünde oturuyordu. Dışarıda yağmur ince ince yağıyor, damlalar cama vurdukça içinden bir ses “huzur” diyordu. Ama o huzur hiç gelmiyordu.
Bir zamanlar kalabalık bir evdi burası. Kahkahalar duvarlara çarpar, saksıdaki çiçekler bile gülümserdi. Şimdi ise her şey suskundu. Sanki eşyalar bile hatırlamak istemiyordu.
Hep içim rahat olsun diye yaşıyorum, diye düşündü. Ama içim hiçbir zaman rahat olmadı. Ne o gittiğinde, ne de zaman geçtikçe…
Radyoda eski bir şarkı çalmaya başladı. O an, yıllar öncesine döndü — aynı şarkının çaldığı o geceye. Masanın üstünde iki fincan kahve, yarım kalmış bir konuşma, söylenmemiş bir “kal” vardı.
Ve o, susmayı seçmişti.
“Belki susmak huzurdur,” demişti kendine o zaman.
Şimdi biliyordu; bazen susmak sadece biraz daha eksilmekti.
Çiğdem perdeyi kapattı.
Bir mum yaktı, küçük bir dua etti kendi kendine:
“Ne olursa olsun, içim bir gün gerçekten rahat etsin.”
Ve o gece ilk defa, gözyaşlarının ardından hafif bir gülümseme geldi dudaklarına.
Çünkü bazı acılar, sonunda insanı yakmaz, sadece olgunlaştırır.
Hep içim rahat olsun diye yaşıyorum,
Oysa içim hiç susmaz, hep bir yer sızlıyor.
Gülüşümde eksik bir parça var sanki,
Kiminle kaldıysa, dönmüyor artık.
Yürüdüğüm yollar, adını fısıldıyor hâlâ,
Bir gölge geçiyor, sonra her şey donuyor.
Geceler uzun, uykular kısa,
Bir yastığın yarısı hâlâ soğuk duruyor.
Kendimi avutuyorum: “Geçer” diye,
Ama geçmeyen şeyler de var hayatta.
Belki de huzur,
Biraz unutmakla, biraz alışmakla saklıdır.
5.0
100% (4)