0
Yorum
9
Beğeni
5,0
Puan
128
Okunma
Bir zaman vardı, gülüşünle başlardı sabahlarım,
Bir zaman vardı, rüzgâr bile seni fısıldardı pencereme.
Ben o vakitlerde, suya düşen gölgeni toplamaya çalışan bir çocuk,
Sen, ufka bakarken bile uzaklaşan bir düş gibiydin.
Bir tren istasyonunda kaldı bakışlarımız,
Bir bavulun kenarında, unutulmuş bir mendil gibi.
Kim bilir, belki sen çoktan unuttun kokusunu
Ama ben hâlâ o mendilin kenarına işlediğim harflerle yaşarım.
Hatırlıyor musun, o eski sokakları?
Bir kış akşamı, karın sessizliğinde yürüdüğümüz,
Elin elimde değilken bile,
Sanki bütün şehir elimizi tutuyordu.
Sonra bir sabah, ansızın,
Bir mektup eksildi posta kutumdan.
O gün anladım; bazı vedalar sessiz olurmuş,
Bazı gidişler, hiç yaşanmamış gibi yaşanırmış.
Zaman, unutturmaktan çok, oyalar insanı.
Ben de oyalandım: defterlerin arasında,
Kahve fincanlarında, eski fotoğrafların gölgesinde...
Bir gün dönersin sandım. Her sabah yeniden.
Ama her sabah, biraz daha eksik doğdu güneş.
Şimdi o yıllar, camın buğusuna yazdığım bir isim kadar silik.
Rüzgârın bile unutmaya yüz tuttuğu bir şarkı gibi.
Ama ne zaman bir rüya çıksa yoluma,
Sen hep oradasın — yarım kalmış bir cümlenin sonunda.
Ve ben, hâlâ aynı soruyu mırıldanıyorum rüzgâra:
Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım?
Belki de haberin oldu, kim bilir,
Bir şiirimin kenarından geçtin bir gece,
Belki bir rüzgâr dokundu saçlarına — benim sesimle.
Ama yine de dönmedin.
Olsun...
Artık biliyorum, bazı insanlar hatıra olmaz;
Hatıranın ta kendisi olur.
Ben seni unutmadım, ama seni beklemeyi bıraktım.
Çünkü beklemek de bir çeşit yaşayamamakmış.
Ve şimdi, her sonbahar geldiğinde,
Bir yaprak düşer önümden,
O yaprakta, solgun bir ses yankılanır:
“Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım…”
5.0
100% (2)