2
Yorum
15
Beğeni
5,0
Puan
238
Okunma
Üzerime şarap döküldü.
Arkana bile bakmadın.
Usulca kalktığın sandalyeyle göz göze geldik.
Garson, tek elinin parmak uçlarında, boğulan kadehlerin sıralandığı yuvarlak, pirinç tepsisiyle geçerken fark etmedi.
Suskunluğumun doldurduğu masanın dağınıklığını nasıl oldu da fark etmedi!
Sandalye hâlâ gözümün içindeydi o sırada.
Masada zaman durmuştu.
Kapı çarpmadan kapanırken bakışlarımı çağırdı.
Kibar bir rüzgâr eteklerini savurdu.
Acemi değildin; masadan kalkışından, arkana bakmayışından, rüzgârın yapıştığı eteğini kavrayışından belliydi.
Saçını yaladı bir kez daha rüzgâr.
Camlar vardı.
Koca koca camlar…
Olmasaydı, o gereksiz camlar olmasaydı, az önce boynundan yürüyüp aklımı alan o güzel kokunu tekrar alabilirdim.
Ama camlar vardı.
İncecik elini kaldırdın; sağ elini.
Hiç de durası olmayan sarı bir taksi geldi, durdu önünde.
Taksi dururken de bakmadın, taksiye binerken de!
Nasıl yapabiliyorsun?
Bunu gerçekten bilmek istiyorum.
Saçını hafifçe savuruyormuşçasına ağır ağır devam etti taksi.
Plakasını almayı düşündüm.
Yalan söylüyorum; plakasını aldım!
Unutmamak için masadaki kirli peçetenin köşesine yazdım.
Kalemi masanın karışıklığına armağan ettim sonra.
Ne diyordum?
Üzerime şarap döküldü.
Ne garson gördü bunu, ne masalara dağılmış diğerleri.
“İstanbul plakasıydı.”
Bardağımda kalan bir yudum kırmızı şarapla tanıştım.
Eksilmişti.
Ben de öyle…
Eksilmek gibi huylar ediniyorum diye fısıldadım içimden.
İçimden.
Çok içimden.
“Bunu alabilir miyim?”
Sandalyeni istedi biri.
“Evet!”
Nasıl evetti o öyle.
Kiminle bakışacağım şimdi?
Kim acıyacak ardında kalan bu adama?
Tutup en başından olanları anlatma isteğim yok kimseye.
“Alma, alma! Onun sandalyesi o! Gördü. Biliyor her şeyi. Konuşacak çok şeyimiz var, alma!” demeyi ne çok istedim…
Ardından baktım.
Biraz senin gidişine benziyordu.
Bir kadın sandalyeni götürdü, tıpkı seni götürdüğü gibi bir taksinin.
Birileri hep, sana ait bir şeylerini götürüyor bu hayatta.
Hikayenin sonunda bana ne kalacaktı.
Şimdi bir sandalyem bile yok, anlıyor musun?
Gözümü ayıramadım.
Kadın çekti sandalyeyi masanın altına, o kocaman cüssesini ‘bom!’ diye bıraktı üstüne.
Kırılacak diye ödüm koptu.
Seni düşündüm.
“Kaldıramıyorum” diye bitirdiğin cümlen yankılandı kulaklarımda.
Bir sandalye kadar olamayacaksa insan… olamayacaksa, sevmesin daha iyi!
Bomm! Kadın amma kilolu.
Çok içmiyordum oysa.
Üzerime dökülen şarap bunun ispatıydı.
Sonra, garsonun süpürdüğü ama ayağımın altında hissettiğim küçük cam kırığı…
Bir tek eksildikçe içtiğimi kanıtlayabilirdim sana.
Masada bıraktığın rimele bulaşmış yarı ıslak peçeten yalan söylüyor.
Rüzgâr… onun doğruyu söyleyesi vardı, biliyorum; arada şu gereksiz, koca cam olmasaydı.
İstanbul plakasıydı.
Artık sandalye de benden uzakta.
Eksilmiş kadehimin ajite hallerinden rahatsız olmaya başladım.
Üzerime düşen gölgeyi bir an sen sandım.
Başımı kaldırıp bakmasaydım, oracıkta beline sarılacaktım garsonun.
İyi ki başımı kaldırdım.
“Başka bir şey ister misiniz?”
“Hayır, teşekkürler!”
Laf olsun diye sormuş serseri!
Çekip gitti.
“Gitmesene lan! Kadehimi doldur!”
Gitti.
Dayanamıyorum.
Gidip şişman kadının kolundan tutup, şöyle bir kenara fırlatmak, sandalyeni alıp tekrar karşıma koymak istiyorum.
Onunla konuşmak, ona bağırmak, kadehin altında kalan bir yudum şarabı ona fırlatmak, sonra sarılmak, sarılmak… öpmek istiyorum.
Üzerime kalan tüm ihaleleri üzerine yığmak, sonra altından kalkabilmen için elinden tutmak, kısacık bir zaman için de olsa kahramanın olmak istiyorum.
Kırılmandan korkuyorum.
Yeni değil bu korkularım, ezelden.
Bu korkuların çemberinde, her defasında kendimi şarapla boğarken buluyorum.
Boğulana kadar içsem, içsem…
Üşenirim artık, yoksun da.
İstemezsin bunu.
İster miydin?
Sanmam!
Başım dönüyor.
Çok değil, biraz.
Başım dönerken, sandalyen bana bakıyor.
Kadın hâlâ orada.
Orada ve öylece oturuyor.
Öyle kayıtsız, öyle rahat…
Cüssesine birkaç beden küçük gelen kahkahalar atıyor.
Küçük kahkahalar!
Senin gibi…
Oysa en çok sana yakışıyor böylesi kahkahalar.
Güldün mü acaba takside seyir hâlinde?
Camları açık olsa taksinin, etrafımdaki koca camlar olmasa…
Belki buradan duyardım sesini.
Gülmüşsündür.
Üzerime şarap döküldü, sen olsaydın gülerdim.
Gülemiyorum ve şişman kadın hâlâ oturuyor.
Hani kaldıramıyordun?
Anlamalıydım, anlamalı.
Sandalye de dâhil herkes, her şey yalan söylüyordu, anlamalıydım.
Ayrıca, nerenin plakası olursa olsun!
Peçeteyi buruşturup tek yudumluk şarap bardağıma daldırdım.
Midem bulanıyor.
Bırak bulansın.
Böyle yapıyorsun işte; bulandırıp suları, gidiyorsun.
Nerede bırakırsan, orada devam ediyorum içmeye.
Tek sarhoşluğumsun oysa, bilmiyorsun.
Öfkelendim şimdi!
Çok öfkelendim.
Dur, biraz daha boğayım kendimi.
“Garson! Masayı temizle ve en dökülmeyeninden bir kadeh şarap getir lütfen!”
5.0
100% (5)