7
Yorum
19
Beğeni
0,0
Puan
249
Okunma

Kızılın iklimi, kanın geceye düğümü.
Gülün böğründe açan ihanet sunağı.
Tuzla yıkanmış bir ses,
çamurdan harfleriyle acıyı damlatır.
Dilsiz mührün ardında,
dumanlı mırıltılar sarmalar kuyuyu;
Şehrin en eski çukuru, yosunlu,
ılık bir zehrin suyu.
Aysız bir saatin durağında donuk ayna.
Terk edilmiş bir kasırganın morarmış kıyısı.
Kömür karası sırrı,
alnımdan sızan bir tandır şimdi.
Bilirim, hâlâ orada duruyor
Vaktin gerdanına düşen kül notalar, bir çakıl.
O nefes, hurma çekirdeği kadar eski ve yakıcı.
Kaldırımlara biriken,
rüzgârın namelerinden yoksul yağmur.
Rüyaları örten o ipekten ince örümcek ağı.
Erguvanî bir boşlukta, kanatsız bir hırka keder.
Ciğerimin tahtına kurulu, o aksak, balçık kelime.
Oysa gök, Huşu Feneri’nde kurulu bir sır ayini,
Boşluğa düşen bir narın çatlamış ahengi.
Dünya şimdi döner hükme.
Yitik bir işaret, derin emin,
Özüne varır eli.
Ağacın kalbinde biriken eski and,
Kaybolmuş seslerin hıçkırığıyla görünür olur.
Kökten kopmuş bir ebediyet,
kışın sarkaç sesidir.
Göğsün dar iskelesi,
bir anda safir bir deniz olur.
Gölge, yüzümden dökülen bir misket tanesi,
sislerde yiter.
O yalaz, çağlar öncesinden kalma gizemdir,
gölgenin zulasında saklı.
Dilimin ucunda kabuk tutmuş,
bir tufan artığı ziyafet.
İşte o ince eşik,
zamanla mekânın kıyametle seviştiği an gibi.
....