4
Yorum
28
Beğeni
0,0
Puan
411
Okunma
Araf’ın nemli eşiğinde
mutlak bir düşten sarktım,
Gölge, bedenimin çetrefil haritasını yoklarken,
içimde bir tohum, kendine çarpıp parçalandı.
Sessizlik, bir keşişin bıçağı gibi kabuğumu soydu
ve içimde bir yara, kanat çırptı.
Ayn, kendi etrafında çözülen bir pusula gibi,
kırık kandil damlalarında titredi.
Yedi kat göğün kasasında
merdiven biçimli bir alev yükseldi,
hüznün cildi yıldızdan nehre sızdı,
ezberini unutan bir kıssa gibi.
Sular, ikiye bölünmüş bir kelâmın serabıydı artık,
adımlarım, taşın uçurumuna gömüldü.
Ve o yarım kalan ışık,
ruhuma örtülen bir sırdı.
Aşkın kıyameti,
kapanmış kapıların altından sızan ince bir nefesle başlar.
Toprak, arzunun iştahıyla derin solur
kül, en eski hecenin doğmamış hâlidir.
Ezeli bir kararsızlığın gölgesinde
çözülür çınarın inzivası.
Göğün hışırtısı,
yanmış kâğıtlardan sökülen bir kıymığa dönüşür.
Zaman tersten işleyen bir ayet,
Gayb’ın içindeki çırılçıplak sabır.
Ve biz,
yaklaşamadığımız ışığın peşinde
kendi karanlığımıza köreliriz.
Neden’in sırrı,
bozumun düşürdüğü beyaz bir tüyde gizlidir.
Ruhun ateşi,
yalnız kalmış bir dilin içinde
susarak yanar.
Fırat, kurumuş yatağında
titrek bir ışığı yudumlar,
Levh henüz varılmamış bir kelimenin izinde susar.
Her hece,
sonsuzluğun son durağında buza keser.
Ve söz,
yeniden var olmak için
ateşi çağırır.
Ben ise,
yaralı bir çölün kanayan uykusu gibi
susarak beklerim:
Yak beni.
Ama
geçme içimden
....