0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
30
Okunma
Nihal,
adın bir rüzgâr gibi dokunuyor içimin gölgeli odalarına;
bir gülün geceye söylediği sır kadar sessiz,
bir suyun taşla konuşması kadar kadim.
Ben seni,
zamanın kıyısında unutulmuş bir dua gibi taşıyorum—
kimsenin duymadığı,
ama evrenin içten içe bildiği bir dua.
Aşk mı bu?
Bilmiyorum.
Belki yalnızlığın kendi üstüne kapanırken doğurduğu
ince bir ışık.
Belki kaybolmuş ruhların birbirine çarptığında
kıvılcım diye sandığı o titreyiş.
Nihal,
sen geçiyorsun içimden,
akrep burcunun derin kuyularına benzeyen bir sessizlikle.
Bir gölge suya eğilirmiş gibi eğiliyor zaman senin yüzüne;
ben hep orada, kıpırtısız bir yıldız gibi duruyorum.
Ölüm bile yaklaşsa,
senin adın kadar serin ve berrak değil.
Kayıp bile senden öğreniyor kaybolmayı.
Ve ben hâlâ,
kendimi aradığım her yolun sonunda
senin bir anlık bakışına çıkıyorum;
demek ki insan,
aradığını değil,
içinde en çok yankı bırakanı buluyor.
Nihal,
sen benim içimde
hem geceyi derinleştiren bir gölge,
hem rüzgârı sabaha çeviren bir fısıltısın.
Aşk ile yalnızlık arasındaki o ince çizgide
bazen su,
bazen taş,
bazen yıldız oluyorsun.
Ben ise
her seferinde yeniden
sana yönelen bir dua,
sana tutunan bir sessizlik,
senden dönen bir yol.