0
Yorum
8
Beğeni
5,0
Puan
213
Okunma

Yıkılmış duvarların, susmuş sokakların, ağlayan gökyüzlerinin arasında bir insan yürür…
O, sadece bir köyü değil; kaybolmuş bir insanlığı, unutulmuş bir merhameti, küllenmiş bir umudu arar.
“Viran Eller, Dirilen Gönüller”, yıkımın ortasında yeniden doğmayı bilen kalplerin destanıdır....
Uzun yıllar geçti…
Yollara düşeli,
ardında toz bulutları bırakarak kendi köyünden,
kendi toprağından, kendi kokusundan kopalı…
O sabah, güneşin solgun bir tebessümüyle ardına dönüp baktığında,
anlamıştı aslında; gidişler bazen kaçış değil,
kaderin insana biçtiği sessiz bir sürgündü.
Yıllar sonra o sürgün bitti.
Ve o, yüreğinde bir ömürlük özlemle memleketine döndü.
Ama memleket…
Ah o memleket…
Eskisi gibi değildi artık.
Taşlar soğumuştu,
yollar konuşmaz olmuştu,
duvarlar bile küsmüştü sanki.
Bir zamanlar sabahları süsleyen horoz sesleri,
akşamları ufukta yankılanan çoban ninnileri yoktu artık.
Su testileri pas tutmuş, çeşmelerin dili kurumuştu.
Bir vakitler gürül gürül akan derelerin sesi,
şimdi suskun bir hüzünle gökyüzüne karışıyordu...
Ve o, köy meydanına geldiğinde;
gözleri bir zamanlar koşup oynadığı çocukların sesini aradı…
Ama ne çocuk vardı, ne oyun.
Sadece rüzgâr…
Ve rüzgârın taşıdığı geçmişin kokusu...
“Yel eser de taş ağlar,
Dağ yıkılmış baş ağlar.
Memleketin viranına,
Dertli gönül hoş ağlar…”
Bir zamanlar güzelliğiyle dillere destan olan bahçeler;
şimdi ot bürümüş, sessiz bir mezar gibiydi.
Her ağaç bir anıyı saklıyor,
her yaprak düşerken bir hatırayı gömüyordu toprağa.
Yürek dayanmazdı bu sessizliğe.
Ve o sessizlikte, gökyüzüne bakan gözleriyle fısıldadı kendi kendine:
“Ben döndüm, ama beni bekleyen yok.
Ev yıkılmış, kapı paslı, rüzgâr bile yabancı olmuş bana…”
Gözleri bir zamanlar nehir gibi akan o derelere takıldı.
Sular çekilmişti.
Kuruyan yatağın içinde,
bir taşın üstünde bir serçe bekliyordu —
sanki ondan bir haber bekler gibi.
Toprak çatlamış, yeşil susmuştu.
Ve o an anladı:
Bu sadece doğanın yıkımı değildi,
bu insanın içinin çöküşüydü.
Bir zamanlar umutla ektiği tohumlar,
şimdi acıyla doğuruyordu meyvesiz dalları.
Bir halkın ruhu, sessizce tükenmişti.
Kimse kimseye dokunmuyor,
kimse kimseyi duymuyordu artık.
Her ev kendi yalnızlığında kilitliydi.
Ve o, derin bir nefes aldı…
İçine dolan hava bile hüzündü,
çünkü o hava artık umut değil, unutmuş kokuyordu.
“Bir zamanlar türkülerle doluydu bu yollar,
Şimdi sessizlik bile yorgun.
Giden dönmedi, kalan sustu,
Ve biz sustukça taşlar konuştu…”
Ama o, yine de yürüdü.
Her adımı bir anıya, her nefesi bir kayba dokunuyordu.
Köyün sonuna vardığında;
bir zamanlar sevgilisine seslendiği tepeye çıktı.
Rüzgâr esiyordu…
Ama o rüzgâr artık onun saçlarını değil, geçmişini savuruyordu.
Oturdu.
Yere, toprağın üstüne.
Ellerini toprağa bastı, gözlerinden yaşlar süzüldü.
Sanki o gözyaşlarıyla toprak yeniden yeşerecekti.
Bir anne gibi, yüreğini koydu toprağın kucağına.
“Ana toprak, beni duy.
Ben döndüm, yorgun ve yaralı.
Bir yudum su ver,
Bir avuç umut serp yüreğime…”
Birden, uzaklarda gök gürledi.
Gökyüzü ağlıyordu.
Sanki gök de onunla birlikte yas tutuyordu.
Ama o yağmur, sadece bir yas değildi —
belki de bir doğuştu.
Bir temizlik, bir yeniden dirilişti...
Ve yağmur damlaları toprağa düştükçe,
çatlaktan bir yeşil filiz belirdi.
Bir umut, bir yeniden doğuş…
O an gözleri parladı.
Ve mırıldandı:
“Toprak ölmez,
İnsan tükenmez.
Her düşen yaprak,
Yeni bir bahara gebe…”
Ertesi sabah, köyün üstüne doğan güneş bambaşkaydı.
Dün griydi, bugün altın gibi.
Dün sessizdi, bugün kuş sesleriyle uyanmıştı dünya.
O, bir anda anladı:
Umutsuzluk da bir tür imtihandı.
Ve her imtihanın ardında bir aydınlık gizliydi.
Köy meydanına çıktı.
Bir taş aldı eline, duvarın ilk tuğlasını koydu.
Bir yıkıntının ortasında, yeniden kurmaya başladı.
O sırada, bir çocuk geldi yanına —
belki uzak köyden, belki kaderin bir hediyesi olarak.
Çocuk gülümsedi.
O gülüş, yılların küskünlüğünü çözdü.
Bir halkın yeniden doğuşu, o gülüşte başladı.
“Ey yıkıntılardan doğan ışık,
Ey tükenenlerin umudu,
Seninle yeniden yeşerecek bu toprak,
Seninle dirilecek bu insanlık.”
Ve sonra sesini yükseltti,
sanki tüm köylere, tüm ülkelere, tüm insanlığa seslenir gibi:
“Karanlığı gör de yılma!
Çünkü karanlık, ışığın doğum sancısıdır.
Her çöküş, bir şahlanışın habercisidir.
Her gözyaşı, bir tohumun suyudur.
Ve tohum, ne kadar derine düşerse,
O kadar güçlü yeşerir!”
Erol Kekeç/14.10.2025/Namazgah?Çamlıca/İST
NOT:Bu şiir Hatay ve Gazze anısına yazılmıştır...
5.0
100% (3)