2
Yorum
4
Beğeni
5,0
Puan
169
Okunma

Gün batmadan,
güneş ufkun en ince çizgisine dokunurken
içimde bir kapı yeniden aralanır.
Koyu bir sessizlik çöker yüreğime,
çocukluğumun küllerinden
ılık bir rüzgâr yükselir usulca.
Kaynar bir su gibi taşar içimde duygular,
hem yakar,
hem arıtır,
hem de bir anlığına
geçmişi bugünden daha gerçek kılar.
Ömrümün en güzel günleri…
Şimdi düşünüyorum da:
Bir kelebek kadar hafifmiş meğer o günler,
bir göl yansıması kadar kısa…
Bir anlık parıltıymış da ben yıllar sanmışım.
Gözlerime çöken bu ince buğu
o yüzden bu kadar ağır geliyor belki —
çünkü mutluluk hep geç kalınmış bir fark ediştir...
Semada kuşlar uçuyor,
kanat sesleri rüzgârın hafızasına işliyor,
ben ise işyerimin sessiz penceresinden
onlarla birlikte süzülüyorum
görünmez bir maviliğin içine.
Ne garip…
Bazen insanın bedenini değil,
ruhundaki çocukluğu özgür bırakması gerekiyor.
Ben de bırakıyorum:
Bırakıyorum ki gökyüzü beni tanısın yeniden...
Oysa bir zamanlar
bu kanat sesleriyle uyanırdım sabahlara...
Çocukluğum
kuşların göç yollarında saklıydı,
dağlara yaslanmış çam kokularında,
rüzgârın bile utançla sustuğu
o temiz, o masum günlerde…
Her yokuşun ardında bir merak,
her derenin kıyısında bir hikâye dururdu.
Şimdi aynı yerlere baksam
hikâyeler hâlâ orada
ama ben değişmişim.
Her kavşak,
her tepe,
her dere,
her bayır…
Hepsi içimde uzun bir yol gibi akıyor artık.
Anılar yürüdükçe çoğalıyor,
ben sustukça daha gür konuşuyorlar.
Yalnızlığım büyürken içimde
bir tuhaf şey oluyor
ve bu yalnızlık
yavaşça bir şenliğe dönüşüyor.
Evet, yalnızlığımdan bir düğün kuruyorum kendime;
çünkü hatırlamak da bir nevi bayramdır,
geçmişi onurlandıran bir tören...
Hayallerimde tüm canlılarla el ele,
dağların gölgesi,
rüzgârın soluğu,
toprağın nabzı,
kuşların türküsü…
Hepsi bir halayda buluşuyor sanki.
Gök kubbe davul,
yıldızlar zurna oluyor.
Bir tek ben kalıyorum eksik;
ama o eksiklik bile
bu şöleni daha gerçek kılıyor...
Göç eden kuşların ardında
içime çöken bu sızı
bir vedanın acısından çok
bir çağrının sıcaklığını taşıyor.
Sanki bana diyorlar ki:
“Biz gidiyoruz ama sen hâlâ buradasın.
Burada kalmak cesarettir bazen.”
Ve ben anlıyorum:
Yalnızlık bazen bir yazgı değildir,
bazen bir seçimdir;
kendine dönme arzusu,
kendi içindeki sessizliği duyma çabasıdır.
Akşam ağır ağır inerken şehrin üzerine
ben de içimin karanlığına iniyorum.
Orada eski bir ev var,
kapısı gıcırdayan,
penceresi buğulu,
avlusunda çocuk kahkahaları gezinip duran bir ev…
İşte orası hâlâ benim.
Zaman o evi yıkamadı;
içimde sakladım çünkü.
Gün son ışığını uzatırken
ben geçmişimi yeniden topluyorum
bir marangozun sabrıyla.
Her kırılmış yeri tamir etmiyorum,
bazen kırık olan kalmalı diyorum;
çünkü insanı insan yapan
her zaman tamlık değil,
bazen eksikliğin kendisidir...
Ve şimdi biliyorum:
Gökyüzü kararmaya başladığında
insanın duyguları daha net görünür.
Gölgeler uzadıkça
hakikat kısalır,
ama yoğunlaşır.
Ben de bu yoğunluğun içinde büyüyorum hâlâ.
Gün batmadan
çocukluğumu bir kez daha elime alıyor,
bir kez daha kalbimin orta yerine bırakıyorum.
Rüzgârın elinden tutup
birlikte yürüyoruz akşamın içine.
Yalnızlığım
bir düğün alayına dönüşüyor tekrar;
halay başında ben,
yanımda tüm hatıralarım,
arkamda kimsesizliğimin bile gülümseyen yüzü...
Ve son ışık kaybolurken şunu anlıyorum:
Geçmiş, bir kuşun kanadı kadar hafif
ama bir ömür kadar derindir.
Ben de o derinliğin içinde
kaybolmadan var olmayı öğreniyorum.
Çünkü insan;
bazen hatıralarıyla ağırlaşır,
bazen de hatıralarıyla hafifler.
Ben bugün,
her ikisini de bir arada taşıyorum...
Erol Kekeç/27.11.2025/Namazgah/Çamlıca/İST
5.0
100% (1)