1
Yorum
15
Beğeni
5,0
Puan
1403
Okunma
“ah eden aşıkların ahı,
semalardan geçer arşa
melekler zanneder ki mesken-î İsâ’da yangın var”
Aşık Şem’i
bu işte çok bulanık bir gündü...
mavi bir gecekondunun erken çocuklarından ben
ve bir takım sular tepeleri tırmanırken
çamur ile
kömür sobası kurumundan yapılmış devletin
kendi iç anarşisi seksenaltı yılında
köpekler kuyruklarıyla bir sonbahar hayaletine
şımarık tepeler çizdirirken gökyüzünde
kadınlar topuklu, erkekler içkiliyken
kadınlar yalın ayak, erkekler kendindeyken
dedim ya, bu işte pek bulanık bir gündü...
bıyıklı bir adam tutup kaldırdı beni yerden
kaldırsındı hem, ne var ki bunda?
çocuktum daha, gücenmedim...
adamın elleri ve ben
bir iç duvarı boydan boya
iyice çıktık böylece...
çamurdan, kömür sobası kurumundan
ve yerçekiminden bir miktar uzağa
“yüzünü çevreleyen havanın aydınlattığı”
bir kadının kahkahaları arasında...
dizlerini geçtik önce adamın
kalın ve güvenilir diz kapaklarıydı bunlar
hani bir yolunu bulsalar dağları yürüyüp geçecek sanırsın
belinde deri kemer,
kemerin altında bir paket sigara
sigaranın yanında altın rengi ibelo
işte bu pek bulanık bir gündü
adamsa göbekliydi hafiften,
gömleğinin iki düğmesi açık,
yakası geniş, bıyıkları kocamandı
gözlerinden biri bal sarısı
heyecanlı yaban arılarından ödünç alınmış
kanat çırparken çiçekten çiçeğe
kayısı bahçelerinin en aydınlık köşelerinde
diğeri desen kehribar,
bir umudu sıkıştırmış bir kuytuda,
öpüp koklamakta...
dedim ye umursamaz bir çocuktum
takılmıyordum böyle şeylere...
uçtukça karnım seviniyor
kondukça başım dönüyordu...
ama kadın,
kahkahasından seken aydınlığın
odayı aydınlattığı kadın
binlerce kere beyaz bir takım dişlerin arasında
teninde hayat, gözlerinde yıldız kıvılcımları...
gümüş suyuna batırılmış bir cep saati
nasıl açılırsa bir saatçinin elinde,
kabuğunun altında demirden mutluluklar...
bir nar nasıl koparsa ikiye istekli
sanki yarılmak için birleştirilmiş bir zaman
boncuk boncuk kırmızı güneşleri
zulasında saklayan...
işte kadın,
biraz annesi kanatlı bir çocuğun
belki biraz kardeşi...
biraz da bir sürgünün borçlusu,
herhangi bir mülteci
işte bu benim pek anlamadığım bir gündü...
adamı bir güzel yıkadılar önce,
bembeyaz giydirdiler
sırtlarına alıp gezdirdiler
ve bir bıçağı uzunlamasına indirdiler gövdesine
bir takım sular tepeleri tırmanıyordu
bu kimsenin anlamadığı bir gündü...
kadın çaresiz,
eli bağrında kaldı
kendi denizinden kovulmuş
bin yıllık gözyaşlarıyla
ah edip ağladı...
adamdan geriye altın rengi bir çakmak
ve kanatlı bir çocuk kaldı...
kadın, çocuk ve çakmak bir daha hiç ayrılmadı...
Not
“İrince şu’le-i âhım semâlardan geçûp arşa
Melekler zanneder kim mesken-î İsâ’da yangın var”
Aşık Şem’i
“Şem’î, o kadar derinden âh etmektedir ki bu âhının semalardan geçip Hz. İsâ’nın bulunduğu mertebeye kadar ulaştığını ve meleklerin bu şiddetin neticesinde, Hz. İsâ’nın bulunduğu katta yangın olduğu düşüncesine kapılabileceğini belirterek, içinde bulunduğu durumu ortaya koymaktadır.”
Halil Can, 19. YÜZYIL TÜRK SAZ ŞİİRİNDE MUHTEVÂ, Yüksek Lisans Tezi, Isparta 2009
5.0
100% (7)