Yüksek lisanstayken sinema-edebiyat-tiyatro eleştiri dersinde tanışmıştım Fahrenheit 451 ile. Etkilemişti beni ve uzun yıllar sosyomatta bu rumuzu kullanmıştım yazarken, paylaşırken. Öyle sağlam bir distopyadır ki okurken etkilenmemeniz ve sorgulamamanız mümkün değil kendinizi, devleti ve toplumu. “Kitaplar kaç derecede yanar?” Kitaba göre pek iyi olmasa da bitirdikten sonra filmini de izleyin emi. François Truffaut seviyorsanız tabi.
Zebercet... Çay bardağında kalan bir ruj izinde başlayan ve azrail'in kollarında biten bir hayat. Benden, senden, bizden daha zavallı bir insan değildir aslında Zebercet.
kitap ve yazarla ilk tanışmam, üniversitede; "sinema, tiyatro ve edebiyat eleştirisi" dersinde münevver oğan sayesinde olmuştu. bradbury, bu kitabıyla beni öyle etkiledi ki okuduğum her kitap sonrasında şunu düşündüm; "acaba şu an clarisse mcclellan beni kolumdan tutsa ve "hadi gidiyoruz!" dese, o ormana okuduğum bu kitapla gitmek ister miydim?" fahrenheit 451, bende sadece; baskı, sansür ya da yönetime dair bir eleştiri demek değildi. hangi kitabın nesilden nesile akratılması gerektiği bilinciydi aynı zamanda. kitabı okuduktan sonra filmini de izleyip karşılaştırmalı iki sayfa eleştiri yazısı yazmıştım. edebiyattan sinemaya uyarlanan her kitapta olduğu gibi eksikler çoktu ama film teknik açıdan oldukça başarılıydı.
Tarkovsky'nin günlüklerinin derlenmesiyle oluşturulmuş bir kitaptır. Yaşadıklarının sansürlenmeden anlatılmış ve basılmış olması ayrıca güzel. Bu kitabı okuyan "mühürlenmiş zaman"ı da okumalı. Yok ben okumayı sevmem diyenler ise mutlaka ve mutlaka onun filmlerini izlemeli.
Woolf'u ilk olarak "kendine ait bir oda" ile tanımıştım. Daha sonra eşi Leonard Woolf'a yazdığı intihar mektubu:
"canım, yeniden delirmek üzere olduğumdan eminim. o korkunç dönemlerden birine daha göğüs gerebileceğimizi sanmıyorum. ve bu sefer toparlanamayacağım da. sesler duymaya başladım. dikkatimi bir şey üzerinde toplayamıyorum. ben de yapılabileceklerin en iyisi gibi görünen şeyi yapıyorum. sen bana mümkün olan en büyük mutluluğu verdin. birisi başkası için ne yapabilirse, hepsini yaptın. sanmam ki başka iki kişi bizden mutlu olmuş olsun, bu korkunç hastalık gelene kadar. artık onunla mücadele edemiyorum, hayatını zehir ettiğimi biliyorum, ben olmasam çalışabilirdin. ve biliyorum ki çalışacaksın. görüyorsun ya, bunu bile doğru dürüst yazamıyorum. okuyamıyorum. söylemek istediğim şu, hayatımın bütün mutluluğunu sana borçluyum. bana karşı hep sabır gösterdin ve inanılmayacak kadar iyiydin. bunu söylemek istiyorum-bunu herkes biliyor. biri beni kurtarabilseydi eğer, o sen olurdun. senin iyiliğinin kesinliği dışında her şey benden gitti artık. hayatını daha fazla zehir edemem. sanmıyorum ki başka iki kişi bizim olduğumuz kadar mutlu olabilsin."
Güncesini okuduğumda ise onu bunca sevmemin nedenlerini bir kez daha anladım. Her cümlesi zihnimin kıvrımlarında gezinir gibi fazlaca gerçekti...
syf:0