0
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1343
Okunma

saygıyla selamlıyoruz, şimdi bir de başımıza natyayı çıkardık
ilk razayıda orada bulmamış mıydın aşkın puranasında?
tabiri caizse bok suratlı fransızların ağzından damlayan şaraplardan çok
şakuntalarımız oldu bizim hep üçüncü sayfa
hesaplaşma gününü hatırladıkça kübra isminden korkmuşumdur hep,
büşra ismine sığınmışımdır
öyle de mutluluktur Hint bağrında
hiçbir yer de göremeyeceğin kadar çok nehir vardır
su, ilk başta ’Yaradanın göz yaşı sanılan’, su
maviliklerde ne çok kuş öter, ama hepsi huzur içinde
ne yaşamak için cigara sararlar günaşırı
ne de uyumak için hap içerler ölmeden
ihtirasları çıkartılmıştır partalların üzerinden
tabiat içinde dünya mı dekor,
yoksa tabiat kendi ateşiyle mi böyle gönlü işler kor kor
bilinmez
faziletler şerri yener
bir zeytin tanesinde, hem de yeşil -kahverengi gözlere ne de çok yakışır yeşil-
biraz da mavi -ellerinin üzerinde nehirlerdir gözlerimin uzayından görünen-
tekerrür eden sahibiyle anılır
bire iner teker teker
sinemada gibi değildir asla, natya demiştim ya, az da doğaçlama
gidenler için eller alkışa değil, toprağa tutulur
ve yaşlı cesedin üzerinde raca sarayı bulur rakkaşe bileklerin
ne çok tanrı tanımaz olmuştur yıllardır ne göğe ne de yere değen saçların
şansı açıktır, şımardıkça şımarır
her yükselişin sonu yuvarlanmaksa aynı yolda
aynı yolda ilerlemeden dönebilmek de yükselebilmektir huzur adına
ne zaman ben de bir sen düşünsem
’gül dikerken ellerime’ , daha bir şenlenir beyaz mermerler
rama sitasından vazgeçseydi
elbette hiçbir şiiri bu kadar yakın bulamazdım yağmur mahzeninde
ravana kaç cin, kaç ifritkar mizginle gelse de
kucağında aşk olan ramadan vazgeçiremez oklarıyla sitasını
ve öyle racadan yükselir şarkılar
sanki bahar
sanki yaz ortası temmuz
yiyilmemiş ve sevişmemiş bir dut ağacı
sen, kanatılmamış bir yer bulabilirsen dünyada
kanımızı akıtmak için gelirim elbet bir gün
ama talih, tarihin kaç derkenarında boğulmuş, haberin var mı?
aynı dölün farklı kanallarında aynı dönüşe gidişen atlılardan
sormadan bir bak, doğan güneş de acı, batan da hayatın tıpkısı
saçları ağarmış saygının, alnı kırış kırış iken
selam veren mi var yaşlı kalana?
kirpiğin ne ceylan kadar uzaktır
ne de ayakların bir geyik kadar ince
füsunkâr gözlerinden ah da bir silah, iç çekiş ve gözyaşı
yağmuru boşaltan memur meleğe sorsan tasdikler, bu niyazdır; feleğin balı
akıtsan, dudaklarından
dudakların emer zehrini de canlı canlı
ama hissetmez gönlün tanıdı mı ayrılık acısı
bu da ne güneş gibi ne de ay gibi methedicidir
onlar da uzak da
onlar da çok...
ama muhtacız onlara, tanrı saydığımız onlarcası
görmesek, ölüm biliriz bize verilmiş an’la hayatı
bu ne kutsal mekandan kalma sutra
ne de içilmesi helal olan gönül soması
sati olur da, gelip ateşlere atıldığın nara bir ağıt dinledim geceden
sanma ki yarıklar yakar brahmanın son vedasını
ne vedalar tüketilir
ne de gurular silkebilir bendeki sana ait varnaların mayasını
biz ilk yamanın çırılçıplak yogalarında ay ı postla boyayan çocuklarıyız
desinler bırak bize yobaz
desinler sizin azığınız az
biz aç ız ilahi insanlığa
.