2
Yorum
3
Beğeni
5,0
Puan
184
Okunma

Avluya Düşen İlk Çığlık
Toprağın üstüne düşen ilk çığlığımda,
baba evinin avlusu bana beşik oldu.
Gökyüzü yüksek değildi henüz,
ellerim küçüktü, ayaklarım çıplak,
ama her taş, her toprak parçası,
beni tanıyordu, ismimi biliyordu...
Bir serçenin kanat çırpışını,
gökyüzünü ilk defa orada gördüm.
Pencereden süzülen güneş,
yastığımın ucunda bir masal gibi parlıyordu.
Ve annemin sesi,
her sabah uyanışıma şefkatle serilen bir ninniydi.
Babam,
avlunun tam ortasında traktörüne yaslanırdı.
Küçük gözlerimle ona bakarken,
çarkların dönmediğini,
ama onun nasırlı ellerinin,
hayatı döndürdüğünü bilirdim...
O duvarlar,
benim ilk defterim oldu.
Çivisine okul çantamı astım,
çatlaklarına gizlice hayallerimi çizdim.
Her köşesinde bir oyun,
her taşında bir sır vardı.
Yağmur yağdığında,
sular avluda göl olurdu;
ben ise dünyaları yüzerdim orada.
Bir elimde tahta bir gemi,
bir elimde hayalin pusulası.
Oysa dışarıda hayatın denizleri vardı,
ben bilmiyordum.
Çocukluk,
bir evin duvarlarına sığacak kadar küçüktü.
Ve ben,
o küçüklüğün içinde koca bir cihan taşıyordum.
Annemin Ellerinde Hamur, Babamın Ellerinde Demir
Annemin elleri,
un kokardı.
Her sabah hamura dokunan o parmaklar,
sadece ekmek değil,
bizim açlığımızı da yoğururdu.
Hamurun içinde gizliydi dua,
her kabaran mayada
Allah’a açılan bir umut vardı.
Tandır yanardı,
dumanı göğe yükselirken
avlunun üstüne kocaman bir sıcaklık serilirdi.
Biz çocuklar,
o ekmeğin ilk buharını
sofraya gelmeden koklardık.
Annem,
ekmeği bölüşürken bize hayatı da bölüştürürdü.
Babamın elleri,
traktörün demirine benzerdi.
Çatlamış, sert, ama güven veren.
Güneşin altında ter dökerken,
toprağa düşen her damlası
bereket olurdu.
Bir başak büyürdü sanki onun alnındaki çizgilerden.
Tarladan döndüğünde
terinin tuzu, alın yazısı gibiydi.
Sofra kurulurdu;
ortada kuru ekmek,
yanında biraz zeytin, biraz peynir…
Ama o sofrada açlık yoktu,
çünkü paylaşmanın kendisi doygunluktu.
Babam başını kaldırır,
“Az olsun, helal olsun” derdi.
O söz,
bize dünyanın en zengin sofrasıydı.
Evimizin duvarları kerpiçten değildi sadece,
anamın sabrıyla,
babamın gayretiyle örülmüştü.
Her gece,
biz uyurken onların duaları dolaşırdı odalarda.
Ve ben bilmezdim ki,
bizi uyutan yorgunluğumuz değil,
onların kalbinden yükselen merhametti.
O günler geçti gitti,
ama hâlâ kulaklarımda annemin hamur yoğururken çıkardığı ritim var.
Hâlâ gözümün önünde babamın traktörü sürerken
güneşe meydan okuyan silueti var.
Ve şimdi anlıyorum:
Bir ev, taş ve kerpiçle değil;
anne duasıyla, baba alın teriyle ev oluyormuş.
Gençliğin Çırpınışı
Bir gün oldu,
baba evinin duvarları bana dar gelmeye başladı.
Avlunun taşları hâlâ oyunlarımı hatırlıyordu,
ama gözlerim artık ötelere dikilmişti.
Gökyüzü daha yüksek görünüyordu,
yollar daha uzun, hayaller daha geniş.
Pencereden baktığımda,
tepeler beni çağırıyordu.
“Gel!” diyordu rüzgâr,
“Artık çocuk değilsin, yolun seni bekler!”
Ve ben,
içimdeki sabırsız fırtınayla
bir kuş gibi çırpındım.
Gençlikti bu,
kanım hızlı, adımlarım aceleciydi.
Baba evinin avlusundan çıktım,
ama kalbimi orada unuttum.
Her adımımda içimden bir şey koptu,
her çıkışımda ardımda anamın bakışı,
babamın sessizliği kaldı.
Şehirler büyüktü,
binalar gökyüzünü kapatıyordu.
Ama ben,
baba evinin küçücük penceresinden gördüğüm
o sınırsız gökyüzünü özledim.
Kalabalıklar içindeydim,
ama o avludaki yalnızlığım daha güzeldi.
Çalıştım, koştum,
umutlarımı beton sokaklara serdim.
Ama her yorulduğumda
kulaklarımda annemin “Oğlum, dikkat et” diyen sesi,
gözümde babamın omuzlarıma yüklediği emaneti vardı.
Gençliğin hevesiyle dünyaya daldım,
ama baba evinin gölgesinde saklı kaldım.
Her dönüşümde,
kapının önünde anamı buldum.
Elinde mendili,
gözünde sevinçle karışık özlemi…
Babamsa,
hep sessizdi, ama gözlerinde bir gurur vardı.
Anladım ki;
onların sevgisi söz değil,
gözyaşında ve sessizlikte gizliydi.
Gençlik,
baba evinden kopmak değilmiş aslında,
baba evini sırtına yükleyip
hayatın yollarında taşımakmış.
Ben nereye gittiysem,
o kerpiç duvarlar, o paslı traktör, o sıcak tandır
hep yanımdaydı.
Şehir ve Yorgunluk
Şehir…
Büyük, gürültülü, hiç susmayan bir canavar gibi karşıladı beni.
Binalar gökyüzünü yutmuştu,
sokaklar kalabalıkla doluydu,
ama kimse kimseye bakmıyordu.
İlk öğrendiğim şey şuydu:
Kalabalık, insanı yalnız bırakır.
Baba evinde,
bir nefes yetiyordu sevilmeye.
Anamın gözleri,
babamın sessizliği bana yeterdi.
Ama şehirde,
binlerce göz vardı,
hiçbiri tanıdık değildi.
Çalıştım.
Demir gibi ağır dosyalar, taş gibi sert patronlar,
ve ruhumu ezen saatler…
Her gün omuzlarıma yük bindikçe,
babamın tarlada sırtladığı saban aklıma gelirdi.
Ama o, yükü taşırken umut taşırdı;
benim yükümse ruhumu kemiriyordu.
Gece olunca,
pencereden baktım şehrin ışıklarına.
Binlerce lamba yanıyordu,
ama hiçbiri,
baba evinin avlusunda yanan küçük lambanın sıcaklığı gibi değildi.
Kalabalığın ışığı göz alıyor,
ama karanlığımı aydınlatmıyordu.
Sofralar kuruldu şehirde de.
Tabaklar doluydu, çeşit çeşit yiyecek vardı.
Ama o sofralarda ekmeğin kokusu yoktu.
Annemin hamurundan yükselen dua,
babamın helal lokma uğruna döktüğü ter yoktu.
O zaman anladım:
Sofra, yemekle değil;
emeğin hatırasıyla doyururdu insanı.
Şehir,
beni büyüttü,
ama yordu.
Parlak binalar yükseldikçe,
içimdeki çocuk küçüldü.
Sokaklarda yürürken,
adımlarım hızlıydı, ama gönlüm ağırdı.
Her gece yatağa uzandığımda,
baba evinin avlusu düşlerime girerdi.
Annemin sesi kulağımda çınlardı,
babamın elleri gözlerimin önünde belirirdi.
Ve ben bilirdim ki,
nerede olursam olayım,
baba evi içimdeydi.
Şehir bana şunu öğretti:
İnsanı taş duvarlar değil,
özlem tüketir.
Ve hiçbir gökdelen,
baba evinin küçücük kerpiç duvarı kadar huzurlu değildir...
Dönüşlerin Sessizliği
Yıllar sonra yolum yeniden düştü,
baba evinin önüne…
Kapının tokmağı pas tutmuştu,
ama elim değdiğinde
çocukluğumun sıcaklığıyla ürperdi parmaklarım.
Avluda kimseler yoktu,
bir zamanlar oyunlarla dolan taşlar,
şimdi yalnızca rüzgârın ayak seslerini saklıyordu.
Bana öyle geldi ki,
sanki ev bana kırılmış,
sanki yıllarca bekleyip küsüp susmuştu.
Annemin sesini aradım odalarda,
duvarlardan sadece yankı döndü.
Babamın gölgesini aradım eşiğin dibinde,
yerde unutulmuş bir alet,
paslanmış bir çivi çıktı karşıma.
Ve anladım:
Bir ev, sahipleri yoksa yalnızca taş ve topraktı...
Dönüşler sessizdi.
Eskiden coşkun akan dere,
şimdi kurumuş bir yatağa dönmüştü.
Çocukken beni büyüten gök,
şimdi daha alçak,
daha kederli görünüyordu.
Ama ben bilirdim:
Her şey değişse de,
evin hatırası değişmezdi.
Bir baba duası,
bir anne gözyaşı,
kapıdan sızan koku gibi
hep kalırdı insanın üstünde...
Viran Ev Viran Ömür
Sonraki dönüşlerimde,
ev artık bir harabeye dönmüştü.
Çatısı çökmüş,
pencereleri kırılmış,
duvarları yosun tutmuştu.
Bir köşede,
yarı toprağa gömülmüş eski traktör duruyordu.
Pas tutmuş demirleri,
ama hâlâ babamın ellerinin kokusu vardı üzerinde.
Bir başka köşede,
çürümüş bir masa,
üzerinde annemin açtığı hamurun hayali…
Evin viran oluşunu izlerken,
kendi ömrümü gördüm.
Yıllar nasıl saçımı ağarttıysa,
zaman da evi çürütmüştü.
Birbirimize benziyorduk artık:
Ben yorulmuş,
ev yıkılmıştı.
Bir ev yalnız kalınca nasıl susarsa,
insan da yalnız kalınca
ruhundaki ışığı söndürür.
O gün anladım:
Baba evinin yıkılışı,
kendi içimdeki yıkılıştı...
İnsanın da Bir Ev Olduğu Hakikat
Ev de insandır aslında.
Bir kapısı vardır kalbinin,
her gelen girer, her giden iz bırakır.
Bir çatısı vardır başının,
fırtınalardan korunmak için.
Bir duvarı vardır bedeninin,
ama zaman onu da çatlatır.
İnsan nasıl çocukken
gülüşlerle dolar,
ev de öyle dolar.
Sonra gençlik gelir,
kapılar ardına kadar açılır,
dışarıdan kimler girmez ki…
Ama yaşlandıkça hem ev hem insan
sessizleşir, içine kapanır.
Ve sonunda,
insan da ev gibi viran olur.
Pencereleri kırılır gözlerinin,
çatıdan sızar yağmurlar,
duvarları dökülür sabır taşının.
Ve bilirim ki;
bir gün benim de bedenim
o ev gibi boş,
o ev gibi sessiz kalacak...
Göç Kapısı
Bir gün gelecek,
baba evinin kapısından son kez çıkacağım.
Ne annem olacak ardımdan seslenen,
ne babam olacak sessizce bakan.
O kapıdan bir daha dönmemek üzere
çıkıp gideceğim...
İşte ölüm,
bir göç kapısıdır.
Baba evinden ayrılmak gibi,
biraz hüzün, biraz teslimiyet.
İnsan ardından bakar,
ama adımlarını geri çeviremez.
Ben de gideceğim,
arkamda viran ev,
boş odalar,
ve taşların arasında büyüyen yabani otlar kalacak.
Ama içimde taşıdığım baba evinin sıcaklığı,
benimle birlikte göç kapısından geçecek...
Baba Evimden Kalan Dua
Ve işte şimdi…
Ev, suskun.
Duvarları çürümüş, pencereleri kırık,
çatısı göğe açılan bir yara gibi.
Ama bilirim ki,
bu evin her taşında hâlâ nefes var.
Artık annemin elleri yok,
ama tandırın taşlarında hâlâ sıcaklığı var.
Artık babamın nasırlı avuçları yok,
ama traktörün paslı gövdesinde hâlâ teri var.
Artık çocukluğum yok,
ama avlunun köşesinde hâlâ ayak izim var.
Zaman aldı götürdü hepsini;
çığlıklarımı, kahkahalarımı, umutlarımı…
Ama şunu öğrendim:
Ev yıkılır, insan ölür, eşya çürür,
fakat dua kalır.
Baba evimden bana kalan işte bu:
annemin sabrı,
babamın gayreti,
ve göğe yükselen sessiz bir dua.
Bir gün ben de gideceğim,
bu dünyanın kapısını kapatıp göç edeceğim.
Ama biliyorum,
arkamda bu evin ruhu kalacak;
çünkü gerçek ev, taşlarda değil,
yürekte kurulan evmiş.
Baba evini bırakıp giden herkes,
aslında içine ev kurup götürürmüş.
Ve ben şimdi anlıyorum:
Dünyada unutulan her şeyin karşısında,
baba evinin hatırası
ebediyete yazılı kalırmış...
Erol Kekeç/20-24.07.2025/Sancaktepe/İST
5.0
100% (2)