0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
113
Okunma
İnsanoğlu doğduğunda bir kitap taşımaz yanında,
Ne levhalar inmiştir avuçlarına,
Ne de gökten bir ses fısıldar kulağına.
Ama yine de bilir,
Bilir ki bir canlıyı incitmek yanlıştır,
Bilir ki paylaşmak yüceltir,
Bilir ki yalan, içini kemiren sessiz bir yaradır.
Çünkü o doğuştan bir pusuladır insan,
İçine konmuştur bir yön;
Ne kuzey gösterir ne güney,
Doğruya, adalete, merhamete döner sürekli.
Sonra bir ses gelir zamanla:
Adını Tanrı koyar,
İnancın üstüne kıyafetler giydirir,
Ritüeller, dualar, yasaklar ve ödüller…
Ve böylece din başlar:
Tanrı’nın adıyla,
Ama insanın kalbinden doğarak.
Unuturlar çoğu zaman:
Ahlak, dinden önce gelir.
Vicdan, vahiyden önce konuşur.
İyilik, mükafat için değil,
İnsan olduğu için yapılır.
Din, bu fıtratın üzerine inşa edilir,
Bir mimari gibi;
Ama temeli sağlam değilse,
İnanç sadece taş yığınından ibaret kalır.
Cennet...
Ödül mü gerçekten,
Yoksa vicdanını susturup rahatlama arzusu mu?
Cehennem...
Korku mu sadece,
Yoksa insanın kendi elleriyle yarattığı bir iç boşluk mu?
Belki de cennet,
Bir iyiliği karşılık beklemeden yapmaktır.
Ve cehennem,
Doğrunun karşısında susmaktır.
İşte bu yüzden,
Din; insanın içinde yanan bir kıvılcımı tutuşturmalı.
Tanrı; korkudan değil,
Sevgiden aranmalı.
Çünkü ahlak olmadan,
Din bir gölgedir.
Ve fıtrat konuşmadan,
Hiçbir kitap gerçek anlamı taşımaz.