Bu yazdıklarına mütevellit önünde saygıyla eğiliyorum yüreğimin kırılgan teslimiyeti,
tarihimin hezimetten yenik ayrılmış çok bilmişliği,
göklerimin yanlış dizilmiş
gezegenlerinin şuursuz
astroloji tahminleri ve sarayın kulesine hapsedilmiş prensesin yere ulaşmayan saçına tutunan hayallerim ...
hepsi evin hizmetçisi sinderella’nın som altından süpürgesine binip yaklaşıyor sana.
Kaç hayal biriktirsem bir şaman davulunun ritminde kaybediyorum şuurumu.
Delinin zoruna gidiyor bu hallerim ondan daha akıllı sanıyor beni Descartes.
Şimdi Zeus hazretlerinin de ahını aldık elinde şimşeği ile kendine benzetiyor sunağa yatırılan bakirenin
gülüşünü.
Şimdi ne desem sana bir eksik kalacağım kendime.
Baksana Yehova bile inip yeryüzüne yıkmış Babil’i ve binlerce dile bölmüş insanlığı.
Hayranım valla onun yaptıklarına. Şu Osho ile de baş edemedi de zehirledi onu...
Sokrates’i düşündüm Stoa içinde o da zehiri içmişti ödün vermemek için düşüncelerinden...
Şimdi seninle dört iklim, yüzlerce felsefe, onlarca inanç gibiyiz.
Üsküdar’da Devleti Osmanlı Aliye’yi görüp
vapurla Karaköy’e geçip
Rum evleri arasından sıyrılıp
Nevizade’de rakının anason kokusunda Hazarfen Ahmet Çelebi yi yad ederken
bütün büyülü
geceleri ardışık tam sayılar ile toplayıp
haydi
kahve içelim demek güzel olurdu.
Ama ben varlığın ile bu kadar sarhoşken
aklıma gelmez ki bir fincan
kahve zaten içmeden de pek güzel sayılmazdım
içince de kafam güzel oluyor işte.
Senin gördüğün güzellikse
Buda’nın nehirdeki balıkçının gitarındaki uyanışın farkındalığı idi.
Gerisi mi? Hoşgeldin...