19
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
2981
Okunma

ben çok eskilerde gelmeliydim dünyaya
şöyle 1300 lerde
ya da yeni takvimle 1870-80 lerin başında
Beyazıt’ ta Nuruosmaniye’ de,
sefer tası gibi üç katlı bir evde büyümeliydim
nohut oda, bakla sofalı
canlandırabiliyorum gözümde
ahşap merdivenlerinin tırabzanları oymalı
tahta döşemeleri sakız gibi ovulmuş
rengi sapsarı
ciğer deldi ile işlenmiş ak örtülü
yastıkları kabartılmış köşe divanlı
konsolları aynalı odalarda oynamalıydım
ilk evcilik oyunlarımı...
aynaların önünde, kesme kristal
pembe karpuzlu gaz lambaları
bembeyaz badanalı duvarlarda
Kelime-i Tevhid li,
Esmâ-ül Hüsnâ’lı el yazmaları
saten kırlentli pirinç karyolaların
başuçları Mushaf’lı
sacayağına bakır cezveler sürülmüş
kor ateşli mangalın etrafına toplandığımızda
evin büyüklerinden dinlemeliydim
ibret-i alem masalları
ben çok eskilerde gelmeliydim dünyaya
Beşiktaş ’ta Serencebey ’de,
pencereleri cumbalı,
konak yavrusu bir evde yaşamalıydım genç kızlığımı
el oyması ağır cümle kapısı kocaman pirinç halkalı
ve merdivenlerinin iki yanına dizilmiş ortanca saksıları
denize nazır bahçesinden seyretmeliydim Üsküdar’ı
ve babamın elleriyle diktiği asmalarla perdelenen
çardakta içilmeliydi akşam çayları...
ben çok eskilerde gelmeliydim dünyaya
Boğaz’ın kıyısında
meselâ Emirgân’da
evimizde kaç göç olmamalıydı.
uzun bereketli Ramazan gecelerinde
Kanlıca Körfezi’ne bakan balkonlu misafir odasında
bütün aile toplanmalıydı,
Zeyrek’ten, Beykoz’dan, Beşiktaş’tan
akrabalar gelmeliydi yatıya
o mübarek iftar sofrası kalkıp
erkekler teravih namazından döndükten sonra
bendir ut keman kanun bir de ney
karınca kararınca bir ince sazla
nihavendden rasttan mahurdan meşk edip
sonra hep bir elden sahur hazırlığına kalkılmalıydı
ben çok eskilerde gelmeliydim dünyaya
Boğaziçi’nde ille de Kanlıca’da
gelin gitmeliydim pembe bir yalıya
mektep medrese görmüş bir ailenin
bahriye zabiti ortanca oğlu olmalıydı helâlim
o yalıda doğurmalıydım çocuklarımı
güller menekşeler yetiştirdiğim bahçenin
gözlerden uzak hanımeli kokan kameriyesinde
dalgaların sesiyle,
gölgeler oynaşırken akşam güneşinde
gergefimi unutup dizlerimde
hülyalara dalmalıydım kendimce
içimi tarifsiz kıpır kıpır
tatlı bir heyecan sarmalıydı
sonra
benden üç yaş küçük,
delişmen bir görümcem olmalıydı
olmadık zamanlarda beni güldüren
ben henüz ondokuzunda genç gelin
mahcup ağır başlı
o Fransızca muallimine kara sevdalı
masum küçük sırlarımızı bölüşmeliydik
ipek çarşaflı ılık yatağımda
eşimin donanmayla seferde olduğu Eylül sabahları
ben çok eskilerde yaşamalıydım
dizlerimde
dert ortağım bir kanun olmalıydı
kâh çalıp kâh söyleyip
gizli gizli ağlamalıydım
dönülmez yollara gidenlerimin ardından
sonra çini mürekkebine batırıp tavus teleği kalemimi
şiirler yazmalıydım
ak köpüklü dalgalarına dalıp gitmeliydi gözlerim
bir bir geçerken yorgun Şirket-i Hayriye vapurları
belki romanlar yazmalıydım
kahramanlarının yüzleri gülen,
belki ferahnâk sûzinâk
belki hüzzam segâh
besteler yapmalıydım ben gibi sevenler için
taze fidanlar gibi boy atıp serpilmeliydi çocuklarım
ve ben
taze dulluğumun yasını tutarken
yaşlı gözlerim
derdimi ummana dökerek kurumalıydı
...
gönlüm
bu tuhaf çetrefil günlere
bu ahir zamanlara yabancı
eğreti ve bir emanet gibi taşıyorum
omuzlarımda yılları
gözlerim dalıp dalıp gidiyor
ve ne yapsam hoş gelmiyor
döndüremiyor beni kendine
yeni zamanın sahte saltanatları
ve Allah biliyor
ölesiye özlüyorum
o eski hazan bahçelerinin
erguvan gölgeli yollarını....
Ceyda Görk 26.01.2001----23.00