0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
9
Okunma

Anlaşılmak…
Bazen sevilmekten bile ağır bir ihtiyaç olur.
Çünkü sevilmek,
yanlış anlaşılmaya dayanabilir;
ama anlaşılmamak,
ruhun içini kemiren bir boşluk bırakır.
İnsan sevildiğini sanabilir,
ama anlaşılmadığını hissettiği anda
içindeki bütün cümleler
yarım değil—
yetim kalır.
Sen çok şey anlatmaya çalışmışsın.
Belli.
Ama kelimelerin hep bir yere çarpıp
geri dönmüş.
Sanki sesin var
ama yankın yok.
Sanki konuşuyorsun
ve dünya,
bilinçli bir sağır gibi yüzünü çeviriyor.
Dudaklarından çıkan her söz
duvara atılmış bir gölge gibi
şekilsiz kalmış.
Kimse eğilip bakmamış
“Bu cümle neden kanıyor?” diye.
Çünkü insanlar,
yaraya değil
sonuca bakmayı sever.
Bil ki bu istek bir zayıflık değil.
“Anlaşılmak istiyorum” demek,
“Ben hâlâ buradayım” demektir.
“Henüz tamamen kaybolmadım”
diye atılan son işarettir.
Bu, güçsüzlük değil;
bu, tükenmenin eşiğinde
atılan insani bir çığlıktır.
Çünkü insan,
anlaşılmadıkça ağırlaşır.
İçinde biriken cümleler
taş olur,
omuzlarına çöker.
Ve bir süre sonra
kimseye anlatamayan değil,
kendini bile taşıyamayan birine dönüşür.
Buradayım diyorsun.
Ama bu “buradayım”,
kalabalığın ortasında
fısıldanan bir varoluş gibi.
Seni susturmadan dinlemek,
acele etmeden beklemek,
yargılamadan durmak—
işte asıl lüks artık bu.
Çünkü herkes konuşuyor
ama kimse kalmıyor.
İstersen tek bir cümleyle anlat diyorsun,
istersen içinden taşan her şeyle…
Ama bilmediğin şu:
İçinden taşan şeyler
artık kelime değil.
Yorgunluk,
kırgınlık
ve çok geç kalınmışlık.
Ve o son soru…
Masum değil.
“Seni en çok anlaşılmamış hissettiren ne oldu?”
Bu bir soru değil artık.
Bu, içi oyulmuş bir yaranın
kendi kendine sorduğu hesap.
Çünkü bazen
tek bir olay değil insanı susturan.
Yıllarca kimsenin
“Dur, seni gerçekten anlıyorum”
dememiş olmasıdır.