0
Yorum
0
Beğeni
5,0
Puan
4
Okunma

Sokağın ucunda silik bir ışık yanıyordu.
İnsanın içini ürperten bir yalnızlık değil bu;
aksine, sanki kimsenin görmediği bir yerden
usul usul çağıran bir iç ses gibiydi.
Yürüdüm.
Yürüdükçe kelimeler kabardı içimde,
gizli bir defterin sayfaları gibi.
Bir evin kapısına geldim.
Duvarda eski bir takvim asılıydı;
hiçbir yaprağı koparılmamış.
Demek ki kimi insanlar
zamanı yaşamak yerine bekletmeyi seçiyordu.
İçeri girdim.
Oda sessizdi ama sessizliğin içinde
yüzlerce hikâye dolaşıyordu.
Bazısı bir çocuğun unuttuğu duasıydı,
bazısı bir kadının göğsünde sakladığı keder.
Bazısı ise hiç kimseye anlatılmamış bir geceyi sürüklüyordu peşinden.
Pencereye yaklaşınca
camın öte yanında ince bir yağmur başladı.
Yağmurun sesi,
bir şehrin bütün kırgınlıklarını üzerine toplamış gibiydi.
İnsan bazen içindeki eksilmeyi
dışarıdaki hava ile tamamlamaya çalışıyor,
farkında bile olmadan.
Bir sandalye çektim,
oturdum.
Kalemi masaya koydum ama almadım.
Çünkü bazen insan
kendi cümlesine hazır değildir.
Önce birikmesi gerekir,
önce büyümesi, önce daralması.
Oda karanlık değildi ama aydınlık da sayılmazdı;
her şey yarım bir ışığın etrafında dolaşıyordu.
Hayat da böyle değil mi zaten?
Ne tam iyi, ne tam kötü;
ne tam umut, ne tam vazgeçiş.
Arada bir yer var.
İnsan ancak o aralığa sığabiliyor.
Bir an, kalbimde tuhaf bir sıkışma hissettim.
Sanki yıllardır söylenmemiş bir cümle
tam o anda nefesimde durdu.
Ve içimden biri fısıldadı:
"İnsan, sakladığıyla ağırlaşır."
Kimin söylediği önemli değildi.
Bu fısıltı, yaşadığım bütün yılların ortak bir özeti gibiydi.
Evlerin gölgesi, sokak lambalarının titrek ışığı,
insanların birbirine dokunmadan yaşadığı kalabalıklar…
Hepsi bir cümlenin içine düşmüş gibi.
Sonra anladım ki,
keder sadece karanlık bir duygudan ibaret değil.
Keder, insanın kendini aynada görme biçimidir.
İçine bakarken incinir,
ama yine de bakmaktan vazgeçmez.
Kalemi elime aldım.
İlk cümle uzun değildi;
ama içimde yıllardır duran bir şey
küçücük bir kelimeyle akmaya başladı.
Bazı sözler,
sanki insanın göğsünde yıllarca bekleyip
doğru anı kolluyormuş gibi.
Yazdım:
“Gece, insana kendini anlatmanın en sessiz yoludur.”
Sayfaya eğildim, devam ettim.
Her harf bir iç kapı açtı.
Her cümle, başka bir gölgeyi aydınlattı.
Bir yerden sonra fark ettim ki,
artık yazdığım şey ben değilim sadece;
hayatımın uğradığım bütün yolları,
tanıdığım herkes,
duyduğum her acı,
işittiğim her umut
bir araya gelip bana konuşuyor.
Ve ben sadece dinliyorum…
Dinledikçe yazıyorum.
Yazdıkça hafifliyorum.
Gece bitmedi.
Ama ben biten hiçbir şeyden korkmadım.
Asıl korkulacak olan,
hiç başlamamış cümlelerdi.
Bu yüzden sonuna şunu ekledim:
“İnsan, içine sakladığı sözü yazdığı gün yeniden doğar.”
Ve sayfayı kapattım.
O an anladım:
Gece uzunmuş,
kelime ağırmış,
insan kırılganmış…
Ama ne olursa olsun,
her şey bir cümlenin içinde
yeniden kendine yer buluyormuş.
Kapıyı kapatıp sokağa çıktığımda
yağmur hâlâ ince ince yağıyordu.
Bir damla yüzüme düştü;
soğuktu ama garip bir şekilde içimi ısıttı.
Belki de bazen insanı ısıtan şey
dokunduğu değil,
dokunuşun hatırlattığıydı.
Yürürken fark ettim ki
az önce yazdığım cümle
ceplerimde bir sıcaklık gibi duruyor.
Hani biri içten içe “tamam, artık yalnız değilsin” der ya,
işte öyle bir şey.
Sokağın köşesine geldiğimde
gece biraz açılmıştı.
Gökyüzünde tek bir yıldız vardı,
ama o bile bütün karanlığa meydan okuyordu.
O anda içimden şu geçti:
“Demek ki bazen bir yıldız bile
koca bir gecenin yükünü taşımaya yeter.”
Ve yoluma devam ettim.
Aslında hiçbir şey değişmemişti;
ama ben biraz değişmiştim.
Bazen bu kadarı bile bir ömrün yönünü çevirir.
5.0
100% (1)