Ödünç alınan son kuruşla ödenen ilk kuruş arasında tabii muazzam bir fark vardır. goethe
TİLHABEŞLİ FİLOZOF
TİLHABEŞLİ FİLOZOF

Tevhit Destanı Bedir’den Bugüne Emanet

Yorum

Tevhit Destanı Bedir’den Bugüne Emanet

( 3 kişi )

2

Yorum

6

Beğeni

5,0

Puan

218

Okunma

Tevhit Destanı Bedir’den Bugüne Emanet

Tevhit Destanı Bedir’den Bugüne Emanet

571’in Işığı
Yıl 571…
Gecelerin en karanlığı, gündüzlerin en boğucu hâli.
Kâbe’nin etrafında insan yığınları; kimi taş parçasına tapıyor, kimi ateşe, kimi kendi nefsine…
Gökyüzü sanki yere kapanmış, yer göğe küsmüş.
İnsanlık, kendi karanlığında kaybolmuş.

Mekke’nin dar sokaklarında çocuklar koşuyor;
Ama gözlerinde nur değil, putların gölgesi var.
Kimi Lat’a, kimi Uzza’ya kurbanlar adıyor,
Kimi ellerini göğe değil, taşa açıyor.
Babasız kalan bir çocuk, kimsesiz bir kız, köleleştirilmiş bir insan…
Hepsinin dudaklarından dökülen aynı feryat:
“Bu mudur hayat? Bu mudur kader?”

O günlerde Arap yarımadası yalnızca bir çöl değildi.
Çöl, aslında bir ruh hâliydi.
Bir damla suya hasret kalmış gibi, bir damla hakikate açlık duyuyordu.
Ticaret kervanları gelip geçiyor, altınlar el değiştiriyor,
Ama kalpler bomboş kalıyordu.

İşte tam o günlerde,
Mekke’nin bir evinde bir anne gözyaşlarıyla kıvranıyordu.
Amine…
Ne kadar da gençti, ne kadar da narin.
Ama karnında taşıdığı yük, yalnızca bir evladın yükü değildi.
O, bütün insanlığın yükünü taşıyordu...

Ve doğdu…
571 yılının nisanında, rahmet indi yeryüzüne.
Karanlıkları yaran bir yıldız,
Geceyi aydınlatan bir güneş,
Yeryüzünün “en öksüz” ama “en güçlü” yetimi…

Muhammed Mustafa …

Onun doğumu, yalnızca bir çocuğun hayata göz açışı değildi.
Onun doğumu, taşların sustuğu, yıldızların dile geldiği bir andı.
Çünkü o anda, gökyüzü yeryüzüne “şahit” olmuştu.

Kimi tarihçiler anlatır:
Sasani saraylarının sütunları yıkıldı,
Bin yıldır yanan Mecusî ateşi söndü,
Kisrâ’nın tahtı çatladı.
Çünkü hakikat gelmişti, batılın temelleri sarsılmıştı.

Ama asıl mucize,
Onun gözlerindeydi.
O gözlerde ne hırs vardı, ne kin.
O gözler, doğduğu andan itibaren,
Bir ümmetin, bir insanlığın kurtuluşunu müjdeliyordu.

Mekke’nin kalabalıkları o gün,
Henüz farkında değildi.
Ama tarih biliyordu:
Karanlığın hükmü uzun sürmeyecekti.
Çünkü 571, artık takvimlerde bir yıl değil,
Tarihin yönünü değiştiren bir milat olmuştu.

Yetimliğin Hikmeti

Muhammed , daha beşikteyken babasızdı.
Abdullah çoktan göçmüştü bu dünyadan.
Ve birkaç yıl sonra annesi Amine de göçüp gidince,
O çocuk, koca kâinatın en büyük yalnızlığını tattı.

Yetimlik…
İnsanın içini burkan, kalbini yakan bir kelime.
Ama onun için yetimlik bir kırılma değildi.
Yetimlik, onu insanlığın her öksüz kalbine yaklaştırdı.
Yetimlik, onun kalbini yumuşattı, gözlerini hakikate çevirdi.

Düşün ki, bir çocuk var:
Ne anne sesi, ne baba şefkati,
Ne sıcak bir ocak, ne güvenli bir gölge…
Ama onun kalbi göklere açılmış,
Onun sığınağı Rahman olmuş.

Evet, Allah ona en baştan şunu öğretiyordu:
“Senin sahibin yalnız Benim!”
Ve o çocuk, yüreğinde bu sesi taşıyarak büyüdü.

Dedesi Abdulmuttalib’in yanında kısa bir süre,
Sonra amcası Ebu Talib’in himayesinde…
Ama aslında hep bir “kimsesiz”di.
Ve bil ki, kimsesizlik Allah’a giden yolun en yakın durağıdır...

O yüzden Kur’an ona yıllar sonra seslenecekti:
“Rabbin seni yetim bulmadı mı da barındırmadı?” (Duha/ 6)

İşte bu ayet, onun çocukluğunun özetiydi.
Allah onu yetim bıraktı,
Ki yetimlerin ne demek olduğunu bilsin.
Allah onu kimsesiz bıraktı,
Ki bütün kimsesizlerin yoldaşı olsun.
Allah onu acıyla büyüttü,
Ki ümmetin her acısını kendi kalbinde hissetsin.

Onun için o, hiçbir zaman masallara sığınmadı.
Çocukların hayali kahramanlarla büyüdüğü yerde,
O yalnızca hakikatin gölgesinde yürüdü.
Ona “el-Emîn” denmesi boşuna değildi.
Çünkü daha çocukken bile,
O kalpte yalan yoktu, o dilde oyun yoktu.

Yetimlik, onda bir yara değildi,
Yetimlik onda bir rahmetti.
Çünkü yetim kalp, daha çok Allah’a yaslanır.
Ve onun kalbi, baştan sona Allah’a yaslanarak büyüdü.

Bugün ey ümmet!
Senin çocukların yetim değil belki,
Ama onların kalpleri yetim…
Onların ruhu sahipsiz, onların yüreği öksüz.
Çünkü sen onları televizyonun, reklamın, modanın kucağına bıraktın.
Onlar anne-babasıyla beraber ama aslında yapayalnız.

Unutma!
Muhammed yetim büyüdü ama Rabbin himayesindeydi.
Bugün senin evladın kalabalıklar içinde büyüyor
Ama Rabbin rahmetinden uzak…
Hangisi daha yetim?

Ey anne, ey baba!
Eğer evladını Muhammed’in yoluna hazırlamazsan,
Onu Uhud’un Mus‘ab’ı yapmazsan,
O çocuğu yalnız kalabalıklara bırakmış olursun.


Yetimliğin hikmeti şudur:
İnsanı insanın kucağı değil, Allah’ın kudreti büyütür.
Ve o kudret, Muhammed’i yetimken bile
En büyük davanın sahibi yaptı...

İlk Dostluklar, İlk Sadakat
Her dava, bir kalple başlar…
Ama o kalp tek başına yürüdüğünde, yol ağır gelir.
İşte o yüzden Allah, Muhammed’in yoluna yoldaşlar koydu.

O yoldaşların ilki, çocukluk arkadaşıydı: Ebûbekir es-Sıddık.
Henüz Muhammed “Ben Peygamberim” dediği anda,
Tek bir an bile tereddüt etmedi.
Ne delil istedi, ne mucize aradı.
Sadece dedi ki:
“Sen şimdiye kadar hiç yalan söylemedin.
Bunda da yalan söylemezsin.”

İşte sadakatin adı buydu: Sıddık.
Ve tarihin en büyük imzasını attı:
“O ne derse, haktır.”

Sonra Ali…
Henüz bir çocuktu.
Ama çocukluğunun saf kalbiyle koştu Resûl’ün yanına.
Bir çocuğun safiyetiyle,
Bir yiğidin cesaretiyle,
Hiç düşünmeden “Evet!” dedi.

Zeyd bin Hârise…
Köleydi.
Ama onun yanında özgürlüğün tadına vardı.
“Ben köle değilim artık, senin yanında hürüm” dedi.

Hatice…
Mekke’nin en zengin kadını,
Ama aynı zamanda en temiz kalbi.
Malını, yüreğini, hayatını onun yoluna serdi.
Dünyanın en büyük tüccarı iken,
Allah’ın davasının tüccarı oldu.

İşte bu ilk halkalar…
Küçük gibi görünen ama tarihin temel taşlarıydı.
Onların imanındaki samimiyet,
Sonraki yüzyılların bütün direnişlerine güç oldu.

Bugün ey Müslüman!
Sen dostunu kim seçiyorsun?
Senin dostların Ebûbekir gibi mi,
Yoksa menfaatin için yanına gelen çıkar dostları mı?

O gün Ebûbekir vardı,
O gün Hatice vardı,
O gün Ali vardı.
Bugün senin yanında kim var?

Sadakat, yalnızca güzel söz söylemek değildir.
Sadakat, Resûl’ün yanında dik durmaktır.
Sadakat, onun daveti ağır bedel istediğinde
“Ben varım” diyebilmektir.

Ey ümmet!
Bugün sadakat istiyorsan,
Ebûbekir’in sıdkını,
Hatice’nin fedakârlığını,
Ali’nin cesaretini,
Zeyd’in teslimiyetini bulmalısın.

Yoksa senin dostlukların,
Bir menfaatin bittiğinde dağılıyorsa,
Bir imtihanda sırt dönüyorsa,
Onlar Uhud’daki gafletin yol arkadaşlarıdır,
Bedir’deki kahramanların değil!


İlk dostluklar, ilk sadakat…
O dava bir avuç insana ağır görünmedi.
Çünkü kalplerindeki iman,
Kâinatı taşırdı.
Ve işte bu yüzden,
Tarih onların adını rahmetle anıyor.

Bedir, Azın Çoğa Galibiyeti
Tarih, bazı günleri altın harflerle yazar.
Bedir günü işte onlardan biriydi.
O gün gökyüzü yeryüzüne eğildi,
Melekler saf saf dizildi,
Ve Rabb’in vaadi gerçekleşti:
“Nice az topluluklar vardır ki, Allah’ın izniyle çok topluluklara galip gelir.”

Müslümanlar üç yüz on küsur kişiydi.
Karşılarında ise bin kişilik bir ordu.
Silahları az, zırhları eksik,
Ama kalpleri imanla dopdolu.
Karşılarındaki ise kılıçla donanmış,
Ama yürekleri boş, ruhları kararmış.

Resûlullah , sahabenin önünde ellerini kaldırdı:
“Allâh’ım! Bu topluluk yok olursa,
Yeryüzünde Sana ibadet edecek kimse kalmaz.”
O dua öyle içten, öyle yakıcıydı ki,
Gökyüzü titredi, rahmet kanatları açıldı.

Bedir’de savaş, sayıların savaşı değildi.
Bedir’de savaş, imanla küfrün savaşıydı.
Azlar çoklara üstün geldi,
Çünkü az olanın yanında Allah vardı.

Sahabenin yüreğinde korku yoktu.
Onlar bilirdi ki,
Cennetin kapıları kılıçların gölgesindeydi.
Ve Bedir’de kanlarıyla o kapıları araladılar.

Bir yiğit sahabe, Resûl’e gelerek sordu:
“Ey Allah’ın Resûlü! Eğer ben bu saatte şehit olursam,
Nereye giderim?”
Resûlullah cevap verdi:
“Cennete.”
Adam hemen hurmalarını yere attı ve kılıcını kuşandı:
“Benim için bu hurmaları yemek bile uzun bir hayat!” dedi.
Ve koşarak şehadete yürüdü.

Ey Müslüman!
Bedir’in ruhu, bir imanın bedeliyle kazanıldı.
Sen şimdi neyin bedelini ödemeye hazırsın?
Üç yüz kişi koca orduya karşı çıkarken,
Sen üç kişiyle hakkı savunmaya cesaret edebiliyor musun?
Onlar kılıçsız çıktılar ama imanla kazandılar.
Sen imanla dolu musun, yoksa dünyalıklarla ağır mı geldin?

Bedir, bir kez daha gösterdi:
Zafer, sayıların çokluğunda değil,
Silahların parlaklığında değil.
Zafer, yalnızca Allah’a güvenen kalplerdeydi.
Ve bugün de öyledir.

Unutma ey ümmet!
Sen Bedir’in torunusun.
Senin damarlarında, o şehitlerin kanından bir damla akıyorsa,
Senin kalbinde de aynı ateş yanmalı.
Yoksa sen, Bedir’deki ruhu unutanlardan mı olacaksın?


Bedir’in kokusu hâlâ çöl rüzgârında,
Bedir’in sedası hâlâ meleklerin kanadında…
O gün azlar çoklara üstün geldi.
Bugün de üstün gelecek olanlar,
Az da olsalar, Allah’a güvenenlerdir.

Uhud’un Sarsıntısı
Uhud…
Adını anınca bile kalpler titrer.
Bir dağdır o; taş değildir, sükûttur.
Bir dağdır o; susmaz, ders verir.
Uhud, ümmetin imtihan aynasıdır.

Müslümanlar Bedir’in zafer sarhoşluğunu yaşamıyordu aslında.
Ama Mekke’nin müşrikleri Bedir’in acısını unutmadı.
Yenilginin intikamı için hazırlık yaptılar.
Kılıçlarını bileylediler, nefretlerini büyüttüler,
Ve Uhud’un eteklerinde toplandılar.

Resûlullah , ordusunu düzenledi.
Uhud’un yamacına elli okçu dikti.
Onlara tek bir emir verdi:
“Biz kazansak da kaybetsek de,
Buradan ayrılmayın.”

Bu, bir emirden öteydi.
Bu, imtihanın özüdür:
Allah’ın Resûlü ne derse, ondan dönmeyin.”

Savaşın ilk anlarında zafer Müslümanlara yaklaştı.
Müşrikler dağıldı,
Onların bayrakları yere düştü.
Müminlerin kalpleri coştu.
Ama işte tam orada,
Dünyanın tuzağı devreye girdi.

Okçuların bir kısmı, ganimeti görünce dayanamayıp yerlerini terk etti.
“Zafer tamamdır, nasibimizi alalım” dediler.
Ve işte o an, imtihanın şiddeti indi.

Arkadan bir ses yükseldi,
Kureyş’in süvarileri fırsatı yakaladı.
Atlarıyla dolu dizgin arkadan hücuma kalktılar.
Müslümanların düzeni bozuldu,
Zafer bir anda hezimete dönüştü.

Okçuların küçük hatası,
Koca ümmete büyük bir ders oldu.

Uhud’un en acı anı…
Resûlullah yaralandı.
Dişi kırıldı, miğferi başına saplandı,
Kan yüzüne aktı.
Sahabeler perişan oldu.
Kimileri “Resûl öldürüldü!” diye bağırdı.
Kalplerde bir anlık ümitsizlik dolaştı.

Ama Resûlullah dizlerinin üstünde,
Yüzü kanlar içinde,
Elleri semaya açıldı:
“Allâh’ım, kavmime hidayet ver.
Çünkü onlar bilmiyorlar.”

Bu söz, Uhud’un en büyük mucizesiydi.
Yaralı bir peygamber,
Öldürülmek istenen bir lider,
Yine de düşmanına rahmet diliyordu.

Uhud bize şunu öğretti:
Zafer ganimetle değil, sabırla korunur.
Uhud bize şunu öğretti:
Resûl’e itaat, hayatın merkezidir.
Uhud bize şunu öğretti:
Dünya malı için bir adım geri düşersen,
Bin adım kaybedersin.

Ey ümmet!
Sen bugün hangi okçu gibisin?
Yerinde duran mı, yoksa dünyaya koşan mı?
Uhud’un hatasını tekrar eden mi,
Yoksa Uhud’dan ders alan mı?

Unutma:
Uhud’un sarsıntısı, Allah’ın terbiyesiydi.
Bir ümmetin ayağa kalkması için
Önce dizlerinin üstüne çökmesi gerekmişti.


Ve Uhud, o çökmenin ve yeniden dirilişin adı oldu.

Hendek, Direnişin Hendesi
Mekke’nin müşrikleri, Bedir’de mağlup oldular.
Uhud’da da tam zafer kazanamadılar.
Ama kinleri sönmedi, bilakis büyüdü.
Kureyş, diğer kabileleri topladı.
On bin kişilik bir orduyla Medine’ye yürüdüler.

Ama bu kez Müslümanların sayısı üç bin civarındaydı.
Aradaki uçurum korkutucuydu.
“Bu sefer yok olacaklar” diye düşündü müşrikler.
Fakat Allah’ın planı onların planlarından büyüktü.

Müslümanların içinde bir bilge vardı:
Selman-ı Farisi.
İranlı bir köleydi, ama aklı özgürdü.
Savaş tecrübesi vardı.
Dedi ki:
“Ey Allah’ın Resûlü, biz memleketimizde böyle durumlarda şehrin etrafına hendek kazarız.”

Hendek…
Arapların hiç bilmediği bir savaş taktiğiydi.
Ve işte o gün, Medine’nin etrafına kazıldı.
Müslümanlar günlerce çalıştı,
Aç karınla, soğukta, yorgunlukla,
Ama her kazma vuruşunda iman büyüdü.

Resûlullah hendekte taş kırarken,
Kıvılcımlar saçıldı.
Ve o an şöyle buyurdu:
Allah bana Şam’ın, Yemen’in, Kisrâ’nın hazinelerini gösterdi.
İslam onların hepsine ulaşacak.”

Sahabeler yorgundu ama Resûl’ün sözüyle dirildi.
Çünkü biliyorlardı ki,
Bu hendek yalnızca bir çukur değil,
Bir sabır sınavıydı.

Müşrikler geldiler,
Ama hendek karşılarında bir sur gibi dikildi.
Atlarını geçiremediler,
Kılıçlarını indiremediler.
Çaresizlik içinde günler geçti.

Bir müşrik çıktı: Amr bin Abdüved.
Arapların en meşhurlarındandı.
Hendekten atladı, meydan okudu.
Ve karşısına yalnızca Ali çıktı.
Gençti ama yüreği koca bir dağdı.
Ali kılıcını kaldırdı,
Ve bir darbede müşrik yiğidini yere serdi.

O an, Müslümanların kalbi imanla doldu,
Müşriklerin kalbi korkuyla sarsıldı.

Hendek Savaşı, büyük bir çarpışmadan ziyade,
Bir sabır savaşıydı.
Soğuk, açlık, korku…
Ama Müslümanlar dayanırken,
Müşrikler çözülmeye başladı.
Rüzgâr çadırlarını söktü,
Yağmur yollarını kapattı.
Ve sonunda hepsi geri çekildi.

Allah, hiçbir kılıç sallanmadan,
Zaferi sabredenlere verdi.

Ey ümmet!
Hendek bize şunu öğretti:
Her savaş kılıçla kazanılmaz.
Bazen sabır bir kılıçtır,
Bazen açlığa direniş en büyük kahramanlıktır.
Hendek, bir çukur değildi.
Hendek, ümmetin iradesiydi.

Bugün de düşmanların çok olabilir.
Silahları, paraları, planları olabilir.
Ama sen hendek gibi bir sabır kazarsan,
Hiçbir güç o hendeği aşamaz.


Hendek, direnişin hendeğiydi.
Ve Allah, o hendeğin içinden bir ümmete zafer doğurdu.

Veda Hutbesi ve Son Nefes
Yıllar geçti…
Bedir’in ateşi, Uhud’un sarsıntısı, Hendek’in sabrı…
Hepsi bir imtihan zinciriydi.
Ve artık zincirin son halkası yaklaşmıştı.

Peygamber , Mekke’ye girdiğinde,
Onu sürüp atan, ona taş atan,
Yıllarca düşmanlık edenlerin karşısında,
Zafer kazanmış bir komutan olarak değil,
Merhamet dolu bir rahmet olarak durdu.

“Bugün size Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi derim:
‘Size kınama yoktur. Allah sizi bağışlasın.’”

Mekke teslim olmuştu.
Ama asıl fetih, kalplerin teslimiydi.
Çünkü o gün herkes anladı ki,
O’nun davası öç davası değil,
Rahmet davasıydı.

Ardından gün geldi…
Arafat’ın sıcağında, binlerce insanın önünde
Son kez konuştu.
Bu konuşma, bir vedaydı.
Ama aynı zamanda bir ahitti.

“Ey insanlar!
Kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız size haramdır,
Tıpkı bu gününüzün, bu beldenizin, bu ayınızın haram olduğu gibi.

Ey insanlar!
Rabbiniz birdir, babanız birdir.
Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın Araba,
Kızılın siyaha, siyahın kızıl üzerine üstünlüğü yoktur.
Üstünlük yalnızca takvadadır.”

Ve en büyük vasiyeti:
“Size öyle bir emanet bırakıyorum ki,
Ona sarıldıkça asla sapıtmazsınız:
Allah’ın Kitabı hayatın membaı olsun...

Bu hutbe, insanlığın anayasasıydı.
Ama aynı zamanda bir ayrılığın işaretiydi.
Çünkü o konuşmadan sonra Resûlullah çok yaşamadı.

Medine’ye döndü.
Hastalığı ağırlaştı.
Mescide çıkamadığı günler oldu.
Ama her seferinde, tek bir şey söyledi:
“Namaza, namaza dikkat edin!
Ve elinizin altındakilere iyi davranın!”

Sonra o büyük an geldi.
Sevgili eşlerinin yanında,
Son nefesini alırken dudaklarında tek bir dua vardı:
“Refîk-i A‘lâ… En Yüce Dost…”

Ve gözleri kapandı.
Ama o gün yalnızca bir peygamberin gözleri kapandı.
Aslında o gün, bir ümmetin gözleri açıldı.

Ey ümmet!
Veda Hutbesi’ni unutan,
Veda anındaki gözyaşını anlamayan,
Muhammed’in ümmeti olamaz.

Çünkü o hutbe, senin yol haritandı.
O hutbe, insanlığın kurtuluş reçetesiydi.
O hutbe, Uhud’dan, Bedir’den, Hendek’ten daha büyük bir zaferdi.


Ve o son nefes, bize şunu öğretti:
Dünyanın bütün dostları terk eder,
Ama En Yüce Dost terk etmez.

Bugüne Bırakılan Miras
Her yolculuk, bir sonla tamamlanır.
Ama bu son, aslında yeni bir başlangıçtır.
Peygamber bu dünyadan ayrıldığında,
Geriye saraylar, hazineler bırakmadı.
Ardında kılıçlar, tahtlar, taclar bırakmadı.

Onun bıraktığı miras;
Bir kelimeydi: “Lâ ilâhe illallah.”
Bir hayat tarzıydı: Tevhit ve adalet.
Bir ümmetti: Omuz omuza duran müminler.

Bedir bize şunu öğretti:
Azlık, zayıflık değildir.
Allah’ın yanında olan, kalabalık ordulardan üstündür.

Uhud bize şunu öğretti:
Zafer, Resûl’e itaattedir.
Bir anlık gaflet, bir ümmete ağır fatura olur.

Hendek bize şunu öğretti:
Sabır, en büyük silahtır.
Düşman çok olabilir, ama sabredenler asla kaybetmez.

Veda Hutbesi bize şunu öğretti:
İnsanlık, renklerle, dillerle, ırklarla ayrılmaz.
Tek ölçü, kalbin takvasıdır.

Ve bugün ey ümmet!
Senin önünde bir soru var:
Bu mirası taşıyacak mısın, yoksa yitirecek misin?

Bugün şeytanlar televizyonlardan konuşuyor.
Bugün müşrikler tanklarla değil, ideolojilerle saldırıyor.
Bugün ganimet okçuları, ekranların başında,
Kendi nefisleri için peygamberin mirasını terk ediyor.

Sen Bedir’in yiğidi misin,
Yoksa Uhud’un gafili mi?
Sen Hendek’te sabredenlerden misin,
Yoksa dünyalık için sabırsızlananlardan mı?

Allah Resûlü dedi ki:
“Ümmetim dalalet üzerinde birleşmez.”
Ama ümmetin parçalanmışsa,
Demek ki hak, küçük bir azınlığın omuzlarında duruyor.
İşte bu azlık, yeniden Bedir’in ordusudur.

Ey kardeşim!
Sen o ordunun neferi olmaya var mısın?
Sen kendi Uhud’undan ders çıkarmaya hazır mısın?
Sen kendi hendeğini sabırla kazacak mısın?
Sen Veda Hutbesi’ni kendi evinde, kendi sokağında yaşayacak mısın?

Miras ağırdır.
Ama bu mirasın sahibi Allah’tır.
Ve Allah, kendi mirasını koruyacaktır.
Bizden istediği tek şey şudur:
Sadakat.

Sadakatle yaşamak,
Sadakatle direnmek,
Sadakatle ölmek…

Bugüne bırakılan miras şudur:
Dünya fani, dava baki.
Zafer sayılarda değil, sabırdadır.
Üstünlük parada değil, takvadadır.
Kurtuluş makamda değil, kulluktadır.


Ve asıl zafer,
Allah’ın razı olduğu bir nefesle
Dünyadan ayrılmaktır...

Erol Kekeç/bir Haftalık Bir şiir oldu ama bugün ki tarihe,03.09.2025’atfedildmilmiştir./Namazgah/İST

Paylaş:
6 Beğeni
(c) Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Şiirlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Şiiri Değerlendirin
 

Topluluk Puanları (3)

5.0

100% (3)

Tevhit destanı bedir’den bugüne emanet Şiirine Yorum Yap
Okuduğunuz Tevhit destanı bedir’den bugüne emanet şiir ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
Tevhit Destanı Bedir’den Bugüne Emanet şiirine yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Mesut Tütüncüler
Mesut Tütüncüler, @mesut-tutunculer
4.9.2025 10:36:01
5 puan verdi
Kaleminiz var olsun hocam
Etkili Yorum
NAZIM TAŞTAN Gönülden Mıs
NAZIM TAŞTAN Gönülden Mıs, @nazim-tastan-gonulden-misralar
4.9.2025 08:53:42
5 puan verdi
Selamünalekum; Saygıdeğer muhterem EROL KEKEÇ şirinizi göyyaşlarımla okudum...ALLAH sizden razı olsun!.. kalın sağlıcakla, selamlar...

NAZIM TAŞTAN Gönülden Mıs tarafından 4.9.2025 08:56:32 zamanında düzenlenmiştir.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL