0
Yorum
3
Beğeni
5,0
Puan
127
Okunma

Bir köy meydanında gördüm onu…
Tahta bir sandalyeye oturmuş,
elleri titreyerek bir bayrağı dizine sermişti.
Yaklaştım, konuştuğunu fark ettim—
ama karşında insan yoktu,
konuştuğu bayraktı.
“Yine geldim,” dedi, sesi ince bir tel gibi titreyerek.
“Bugün oğlumun şehadet günü…
Biliyor musun? O seni öperken hep ağlardı.
‘Baba bu kırmızı nasıl bu kadar güzel duruyor?’ derdi.
Ben de ona anlatırdım;
bu kırmızı güzellikten değil, kan kokusundan gelir diye…
Senin kırmızında şehit kanı var,
senin hilalinde secdede dua eden ümmetin duası,
senin yıldızında şehadetle parlayan bir ümmetin ışığı…”
Gözlerinden yaşlar damladı,
bayrağın kırmızısına düştü—
sanki o da kan rengini pekiştiriyordu.
“Bak,” dedi bayrağa,
“Sen rüzgârda dalgalanırken ben rahat uyurum.
Ama gün gelir de düşersen yere…
İşte o zaman mezarımda bile doğrulurum.”
Parmakları ay-yıldızın üstünde dolaştı.
“Hani bir annenin başörtüsüne,
bir gelinin duvağına özenle dokunursun ya,
ben sana öyle dokunurum.
Çünkü sen,
hem şehidin kefeni,
hem de yetimin yorganısın…”
Adam sustu.
Bayrak sessizdi ama rüzgâr onun yerine konuştu;
dalgalanırken çıkardığı hışırtı,
bana yemin gibi geldi.
Sonra bayrağı göğsüne bastı,
burnunu kumaşa dayadı,
derin bir nefes aldı—
sanki oğlunun kokusunu arar gibi.
“Sen varsan,” dedi, “biz varız.
Sen düşersen, biz düşeriz.”
O an anladım:
Bayrak direğe asıldığında dalgalanmıyor sadece,
bir milletin yüreğinde de dalgalanıyordu.
5.0
100% (3)