0
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
116
Okunma
“Zamanın İçinde Kaybolmak”
Zaman, Avamir’in üzerinde bir gölge gibi uzanıyordu; ne hızlanıyor ne de duruyordu. Her gün aynı boşluk, aynı sessizlik… Kalem, kâğıda akmıyor; eller, bir kalbe dokunamıyordu. Ama eksik olan sadece eylem değildi; eksik olan, duyguların kendi kendine konuştuğu o büyülü anların kaybolmasıydı.
Dostoyevski’nin altmış yaşından sonra bisiklet sürmeyi öğrenmesi gibi bir his vardı: aşk, bir kez öğrenilmişse asla unutulmuyordu; ama kaybolduğunda, sadece hatıralar kalıyordu. Avamir fark etti ki, bir çift göze bakmamak, bir kalbe dokunmamak, yalnızca fiziksel bir mesafe değil; ruhun kendi içinde bir sürgün haline gelmesiydi.
Gökyüzünün mavisinde kendini buldu. Bulutların arasında kaybolan güneş, eksik bir mutluluk gibi parlıyordu. Her nefes, geçmişin yankısı; her sessizlik, unutulmuş bir dokunuşun hatırasını taşıyordu. Zaman çoktan geçti, ama içindeki hisler duraksamadan çarpıyordu.
Ve Avamir anladı: kalem ve kâğıt, kalp ve dokunuş yalnızca araçtı; aşk, öğrenilen ve unutulmayan bir melodiydi. Fiziksel varlıklar kaybolabilir, zaman akıp gidebilir; ama bir kez ruhuna kazınmış hisler, hiçbir zaman yok olmuyordu. Sadece bekliyor, sessizce yeniden doğmayı.
Çok zaman oldu,
Kalemi kâğıda akıtmayalı.
Ve çok zaman geçti,
Bir kalbe dokunmayalı.
Dostoyevski’nin altmışından sonra
Bisiklet sürmeyi öğrenmesi gibi midir aşk?
Yoksa…
Bir kez öğrenince,
Asla unutmamak mıdır?
Bir çift göze bakmayalı
Uzun zaman oldu.
Sadece gökyüzünün mavisinde
Buluyorum kendimi.
Çok zaman oldu,
Kalemi kâğıda akıtmayalı.
Ve çok zaman geçti,
Bir kalbe dokunmayalı.