4
Yorum
16
Beğeni
5,0
Puan
329
Okunma

Zaman vardı,
rüzgârın koynunda uyuyordu.
O an,
dağın gövdesinden yürüyüp
bir çift gözde duruyordu.
Gözleri...
sanki Munzur’a gece inmiş,
her bakışında başka bir akıntı —
ateşin soluğu,
toprağın nabzı
ve kendini unutan yolcu...
Ben vardım,
içime çökmüş bir harita gibi.
Nereye baksam,
daha önce yaşanmamış şeylerin kıyısında duruyordum.
Yaklaştık,
çoktan olmuş bir şeye dokunur gibi
usulca.
Sanki yüzyıllar önce
bir mağarada söylenmiş sözün yankısıydık.
O bakınca
bir zamandan değil,
zamanın içinden gelen
bir bedeni hatırlatırdı bana.
Ve ben susardım —
bazı kadınlar anlatılmaz,
sadece susularak korunur.
Sonra,
resim gibi açıldı önüme.
Yüzünde tazelik,
ama gözlerinde
unutulmuş acıların sabrı vardı.
Zaman döndü.
İçimde dağ devrildi.
O susuyordu,
ben sormuyordum
ama geceyle birlikte
ellerimizin tuttuğu karanlık aynıydı.
Yıllar geçti.
Kayıp kuş gibi
başka yuvaların eşiğine konduk
ama kalbimiz,
aynı göçün haritasını taşıyordu hâlâ.
Bir gün
Munzur’un kıyısında durdum.
Su fısıldadı kıyıya doğru,
adı olmayan bir hatıraydı belki
ya da bendim,
her akıntıya onun sessizliğini yükleyen.
Sonraları,
bir gölge düştü gecelerimize —
ne tam bir yalan
ne de itiraf...
sadece teninde
gizli bir şeklin uğultusu
kaldı aklımda,
bir anlamı vardı belki,
ama dili çoktan unutulmuştu.
Yine de
bir türkü söylesem
önce onun sessizliğine düşer ezgisi
çünkü bazı yankılar
geldiği yeri değil,
sessizliği hatırlar.
5.0
100% (7)