7
Yorum
29
Beğeni
5,0
Puan
353
Okunma

1. PERDE: Gül Bahçesinde İki Yol
Bir gül bahçesi. Rüzgâr hafif. Masmavi bir gökyüzü altında iki gölge belirir: Biri bembeyaz tennure içinde dönmeye hazır, diğeri gözlerinde bilge bir ironi.
Celâleddîn (gülümseyerek, toprağa dokunarak):
Dostum Hayyam, şu güllere bak.
Her biri bir an için açıyor, sonra soluyor.
İnsan da öyle değil mi?
Doğar, yaşar ve sonunda toprağa döner.
Ama bu soluş, bir son değil.
Toprağa düşen tohum, yeni bir gül oluyor.
Ömer Hayyam ( hafifçe gülerek):
Celâleddîn, …
Beni gülün yeniden doğuşuyla kandırma.
Ben bilirim ki, bu kadehteki şarap
bir zamanlar asma dalında asılıydı.
Şimdi kadehime doldu, birazdan da yok olacak.
Bütün mesele budur işte:
Varken iç, yaşarken gül.
Zira toprağa düşen her tohum,
Hiçliğe döner bir gün ve çürür.
Celâleddîn (başını hafifçe eğer):
Öyle diyorsun, Hayyam…
Ama ben, bilmem sarhoşluğu şaraptan.
Ben aşkın sarhoşuyum.
İlahi aşkın ateşiyle yanarken,
bedenin solması, şarabın tükenmesi,
anlamsızdır benim için.
Ömer Hayyam (kendi gölgesine bakarak, usulca güler):
Senin aşkın sonsuza akarken,
benim aklım bu anın içinde, dostum.
Ben Tanrı’yı sorgulamam,
ama bu dünyanın yalancı ışıklarıyla
kendimi avutamam da.
Bana bir cevap ver Celâleddîn,
eğer bu dünya bir rüya ise,
neden bu kadar gerçektir acılar?
Celâleddîn (gözlerini kapatıp derin bir nefes alır, sonra açar):
Hayyam, sen sorularla sarhoşsun.
Ben ise teslimiyetle.
Acı gerçek mi?
Bilmiyorum.
Ama ben acının da içinde dönerim,
çünkü dönen her şey sonunda
Tanrı’ya döner.
Ömer Hayyam :
Ben de şarabımı kaldırırım,
çünkü dönen dünya, bir kez döndü mü
bir daha geri gelmez.
Sen sonsuzlukta kaybolurken,
ben şimdinin sarhoşuyum.
gel bu anı benimle paylaş.
Celâleddîn (hafifçe tebessüm eder, Hayyam’ın gözlerine bakar):
Hayyam, şarabınla beni çağırıyorsun,
ben ise aşkınla seni…
Kim bilir, belki aynı şeyin iki yüzüyüz.
2. PERDE: Sonsuzluk mu, Şimdiki An mı?
Gül bahçesi değişmiştir. Artık bahçedeki güller solmuş, bir akşam rüzgârı dalları titretiyor. Gökyüzü mora çalıyor. Ömer Hayyam bir taşın üstüne oturmuş, Celâleddîn ise ayakta, ufka bakıyor.
Ömer Hayyam (başını kaldırıp, Celâleddîn’e seslenir):
Sana o ilahi aşk dediğin şeyin tadını anlatayım.
Biliyorsun, ben yıldızları okudum, gökyüzünü inceledim,
ama ne kadar yükseldiysem,
insanın, şu küçücük kadehten daha büyük bir hakikat bulamadığını gördüm.
Celâleddîn (gözlerini kısarak ona döner):
Hayyam, sen yıldızlara baktın,
ama onların ışığını göremedin.
onun arkasındaki sonsuz nehirden habersizsin.
Bu dünya bir gölge,
ve gölgeler asla gerçeği anlatmaz.
Ömer Hayyam (gülerek, kadehini çevirir):
Gölgeler diyorsun…
Ama Celâleddîn, bana söyle:
Eğer bu dünya bir gölgeyse,
neden içindeki acılar, aşk ve ölüm bu kadar gerçek?
Senin aşk dediğin şey, eğer Tanrı’ya dönüşseydi,
neden bu dünyada kalpler hâlâ kırılıyor?
Celâleddîn (gözlerini ona dikip sakince konuşur):
Çünkü aşk,..
Sınanmadan aşk olmaz.
Gerçek sevgi, yoklukla yoğrulur.
Kendini unutmak, Tanrı’da kaybolmaktır.
Ve ben kaybolmaktan korkmuyorum, Hayyam.
Ben yok oluyorum ve bu bana huzur veriyor.
Ömer Hayyam (gülümser):
İşte tam da bu, Celâleddîn!
Sen kaybolmayı seviyorsun,
ben ise kendimi bulmayı.
Ben Tanrı’yı ararken ona soru soruyorum,
sen ise kendini ona teslim ediyorsun.
Ben anlamaya çalışıyorum,
sen hissetmeye…
Ama bir bilge, anlamadan hisseder mi?
Celâleddîn (başı hafifçe yana eğilir, derin bir nefes alır):
Bir çocuk, annesinin kokusunu anlamadan sever.
Bir nehir, denize kavuşacağını bilmeden akar.
Ben anlamadan hissetmiyorum, Hayyam.
Ben hissettiğim için anlıyorum.
Ömer Hayyam (gözlerini kıstı, ciddi bir tonla sordu):
O zaman söyle bana Celâleddîn,
Tanrı’yı seviyorsun, ona teslim oluyorsun.
Peki ya insanı?
Bu dünyayı bir hiç sayıp geçmek,
yaşayanları da bir hiç saymak değil midir?
Celâleddîn (bir adım öne çıkar, sesi titrer ama sakindir):
Hayyam, ben insanı sevdiğim için,
bu dünyayı bir hiç sayıyorum.
İnsan sonsuzun bir parçasıdır,
ama buraya zincirlenmiş gibi yaşıyor.
Onu asıl seven,
onu bu zincirlerden kurtarmaya çalışandır.
Sen insanı seviyorsun,
ama onun acısına şarap sunuyorsun.
Ben insanı seviyorum,
ve ona aşkı sunuyorum.
Hangimiz daha özgür?
Ömer Hayyam (derin bir kahkaha atar,):
Celâleddîn, sen beni tam anlamadın.
Ben insanı seviyorum, çünkü o acı çekiyor.
Acıyı yok edemem,
ama ona gülmeyi öğretebilirim.
Senin Tanrı’n bir sonsuzluk denizi.
Beni düşündüren şu:
Eğer Tanrı’nın sonsuzluğu gerçekse,
neden biz her an ölmekten korkuyoruz?
Neden aşk bile ölüme yeniliyor?
Celâleddîn (sessizce bir güle dokunur, sonra Hayyam’a döner):
Çünkü ölüm, aşkı ayakta tutan şeydir, Hayyam.
Eğer ölümsüz olsaydık, hiçbir şeye gerçekten bağlanamazdık.
Aşkın kıymeti, kaybolabilmesinde saklıdır.
Tıpkı şu solan güller gibi…
Ama bil ki, ben ölümü de severim.
Çünkü ölüm, başka bir başlangıçtır.
Ömer Hayyam (kafasını sallar, hafifçe gülümser):
İşte burada ayrılıyoruz, Celâleddîn.
Sen ölümde bile bir başlangıç görüyorsun.
Ben ise sadece bir son.
Ve işin garibi,
ikisinin de aynı kapıya çıkması.
(Rüzgâr biraz daha sert eser. Gül bahçesinin içinde, artık solmaya başlamış güller hışırdar. Hayyam kadehini bir kenara koyar, Celâleddîn gözlerini gökyüzüne çevirir.)
3. PERDE: Hakikat ve Şüphe Arasında
(Sahne değişmiştir. Artık bir bahçede değiller. Bir eski hanın loş, gölgeli odasında karşı karşıya oturuyorlar. Masanın üstünde eski kitaplar, bir kandil titrek ışığını yayıyor. Dışarıda yağmur başlamış, taş zemine ağır damlalar düşüyor.)
Ömer Hayyam (kandili izleyerek, hafifçe başını sallar):
Celâleddîn, bazen düşünüyorum…
Eğer Tanrı gerçekten aşk ise,
neden insan bu kadar acı çekiyor?
Ve eğer aşk gerçekten Tanrı ise,
neden ölüm onu bile solduruyor?
Bana anlat, Celâleddîn,
Sence insan niye doğdu,
ve neden ölüyor?
Celâleddîn (kitaplardan birini hafifçe kapatır, gözlerini ona diker):
Hayyam, sen sorularında kayboluyorsun.
Sorular, insanı arayışa iter,
ama bazen bir şeyin hakikatini anlamak için,
onun içinde kaybolman gerekir.
İnsan doğar, çünkü aşk vardır.
İnsan ölür, çünkü aşk ebedidir.
Bu dünya bir nefestir,
ama Tanrı’nın soluğu hiç bitmez.
Ve biz, bir anlığına,
O soluğun içinde kaybolmuş dervişleriz.
Ömer Hayyam (kadehini ters çevirir, içindeki son damlayı döker):
Sen kaybolmaktan korkmuyorsun, Celâleddîn.
Ama ben kendimi bulmaya çalışıyorum.
İçimde bir yangın var,
cevap arayan, kanayan bir yara.
Eğer Tanrı gerçekten sonsuzsa,
neden bu kadar uzak?
Ben onu arıyorum,
ama sesini yalnızca rüzgârda duyabiliyorum.
Celâleddîn (gülümser, gözlerini kısar):
Çünkü O sana şah damarından daha yakın.
Ama sen kendi gölgenin ardına saklanıyorsun.
Sen Tanrı’yı gökyüzünde arıyorsun,
oysa o bir annenin şefkatinde,
bir dostun gözlerinde,
bir çocuğun gülüşünde.
Hayyam, Tanrı uzak değil,
senin bakışların uzak…
Ömer Hayyam (bir kahkaha atar, sonra ciddileşir):
Bakışlarımdan şüphe edebilirim, Celâleddîn.
Ama kalbimden asla.
Ben her gün doğan güneşe bakarım,
ve onun bir gün batacağını bilirim.
Ben aşkı yaşarım,
ve onun bir gün tükeneceğini bilirim.
Sen ise sonsuzluğa bakıyorsun,
ve orada bir hakikat görüyorsun.
Ama bana söyle,
eğer sonsuzluk bu kadar gerçekse,
neden bir gün hepimiz toprağa karışıyoruz?
Celâleddîn (hafifçe başını eğer, sesi daha yumuşaktır):
Çünkü toprak da aşkın bir parçasıdır, Hayyam.
Biz çürümek için değil, yeniden doğmak için ölürüz.
Senin güneşin batıyor,
ama ertesi gün yine doğuyor.
Senin aşkın tükeniyor,
ama yeniden filizleniyor.
Senin ölümü son sanman,
sadece gözlerinin bir oyunudur.
Ömer Hayyam (gözlerini hafifçe kapar, derin bir nefes alır):
Peki ya ben?
Ben bir daha var olmayacaksam,
şu anın kıymetini nasıl bileceğim?
çünkü biliyorum ki yarın olmayabilirim.
Ben aşkı tadıyorum,
çünkü biliyorum ki sonsuza kadar sürmeyecek.
Sen ise her şeyin devam ettiğine inanıyorsun.
Ama o zaman aşkın değeri kalır mı, Celâleddîn?
Eğer sonsuzsa, o zaman neden bu kadar kıymetli olsun ki?
Celâleddîn (ayağa kalkar, bir adım öne gelir):
Çünkü gerçek aşk, sonsuz olana dokunur,
ve sonsuz olan, kıymetsiz değil,
aksine, her şeyden daha kıymetlidir.
Aşık, sevdiğinin ölmesini istemez.
O ölse bile, ona duyduğu aşk kalır.
İşte insan da böyledir, Hayyam.
Sen içindeki aşkı öldürmemeye bak,
geri kalan her şey ebediyettir.
Ömer Hayyam (gözleri dalgın, hafifçe gülümser):
Belki de haklısın, Celâleddîn.
Ama ben yine de sorular sormaktan vazgeçmeyeceğim.
Ve sen de aşktan vazgeçmeyeceksin, değil mi?
Celâleddîn (kafasını sallar, gülümser):
Asla…
Aşk, her şeyin cevabıdır.
(Bir şimşek çakar, yağmur hızlanır. Masanın üzerindeki kandil titrer ama sönmez.)
4. PERDE: MUTLAK HAKİKAT VAR MI?
(Sahne değişmiştir. Eski bir dergâhın avlusundayız. Gece ilerlemiş, gökyüzü bulutlu, yıldızlar kaybolmuş. Fonda ney sesi, rüzgârın hışırtısıyla birleşerek ruhani bir atmosfer yaratıyor. Bir köşede bir kandil yanıyor, hafifçe titriyor. Celâleddîn ve Ömer Hayyam avlunun tam ortasında, karşılıklı duruyorlar. İkisi de sanki birbirine meydan okuyormuş gibi ama içlerinde derin bir saygıyla konuşuyorlar.)
Ömer Hayyam (ellerini açarak, gökyüzüne bakar):
Ey Celâleddîn, söyle bana,
Eğer mutlak hakikat varsa,
neden her şair, her filozof,
her derviş onu başka başka anlatır?
Kimine göre Tanrı bir mum ışığı,
kimine göre sonsuz bir deniz…
Kimine göre aşk,
kimine göre bir yanılsama…
Hangisi hakikat?
Ve neden bir tanesi değil?
Celâleddîn (derin bir nefes alır, gözlerini kapar, sonra ağır ağır konuşur):
Hayyam…
Hakikat, su gibi akışkandır.
Bir nehre baktığında,
onun aynı su olduğunu sanırsın.
Ama içine her daldığında,
başka bir akıntıyla karşılaşırsın.
İşte biz de öyleyiz.
Kimi onu aşk diye anar,
kimi bilgi, kimi şarap, kimi dua…
Ama aslında hepsi aynı denize dökülür.
Ömer Hayyam (gözlerini kısmış, şüpheyle gülümser):
Ama sen suyu kutsal sayıyorsun, Celâleddîn.
Ben ise onun bir yanılsama olabileceğini düşünüyorum.
Eğer su gerçekten suysa,
neden avuçlarımda tutamıyorum?
Eğer hakikat gerçekten varsa,
neden her insan onu farklı görüyor?
Belki de hakikat, yalnızca zihnimizin bir oyunu.
Belki de onu bulmaya çalışmak,
kendi gölgemizi kovalamak kadar boş bir uğraş.
Celâleddîn (ayağa kalkar, gözleri kararlı bir ışıkla parlar):
Hayyam, hakikati görmek istiyorsan,
gözlerini değil, kalbini açmalısın.
Bir çocuğun kahkahasında,
bir annenin dokunuşunda,
bir sevgilinin gözlerinde…
İşte orada saklıdır.
Sen hakikati hep büyük sorularla arıyorsun,
ama bazen cevaplar en küçük anların içinde gizlidir.
Ömer Hayyam (kahkaha atar, sonra ciddileşir):
Sen gerçekten inanıyorsun, değil mi Celâleddîn?
Bir anlamın olduğuna,
evrenin bir düzeni olduğuna…
Ama ya biz sadece bir rastlantıysak?
Ya her şey, senin deyişinle,
bir mum alevinin titrek dansıysa,
ve sonunda karanlık her şeyi yutacaksa?
Eğer ölümden sonra hiçbir şey yoksa,
o zaman tüm bu anlam arayışı,
tüm bu şiir, tüm bu aşk,
yalnızca boş bir yankı değil mi?
Celâleddîn (gözlerini ona diker, sesi bir fısıltı gibi ama derindir):
Peki ya aşk, Hayyam?
Aşk da mı bir yanılsama?
İçtiğin şarabın tadı gerçekten var mı,
yoksa sadece dilinin sana oynadığı bir oyun mu?
Eğer her şey bir rastlantıysa,
o zaman neden içimizde bu kadar büyük bir özlem var?
Neden hep bir şeylerin eksik olduğunu hissediyoruz?
İnsan, bir mumun ışığı gibi değildir.
Biz yanar, tükeniriz ama…
bizim ateşimiz,
başkalarına da sıçrar,
ve asla tamamen sönmez.
Ömer Hayyam (derin bir nefes alır, kandilin titrek ışığını izler):
Belki de hakikat dediğimiz şey,
insanın kendi yarattığı bir masaldır.
Ve biz bu masalın içinde yaşamaya mahkûmuz.
Ama Celâleddîn,
eğer mutlak hakikat varsa,
neden ona ulaşan kimse olmamış?
Neden hep “arayış” var ama asla “buluş” yok?
Celâleddîn (hafifçe gülümser, gözlerinde sonsuz bir dinginlik vardır):
Çünkü hakikat, varılacak bir yer değil,
yolda olmaktır, Hayyam.
Bir aşığın sevgilisinin yolunu gözlemesi gibi,
bir dervişin semada kaybolması gibi,
bir şairin kelimeler arasında yürüyüşü gibi…
Hakikat, yalnızca varmak değildir.
Hakikat, aramaya devam etmektir.
Ömer Hayyam (sessizce başını sallar):
Belki de senin dediğin gibi, Celâleddîn.
Belki de ben hep yanlış yerde aradım.
Ama bil ki,
ben sorularımdan vazgeçmeyeceğim.
Ve sen de dualarından vazgeçmeyeceksin.
Celâleddîn (gözlerini kapatır, hafifçe gülümser):
Ve ikimiz de hakikati aramaya devam edeceğiz.
(Gökyüzünde ilk şafak söküyor. Ney sesi rüzgârla birlikte yavaş yavaş kayboluyor. Celâleddîn bir adım geri çekiliyor, Hayyam ise kandile bakıyor. Güneş doğmaya başlıyor. Perde ağır ağır kapanırken, iki gölge birbirine karışıyor.)
5.0
100% (9)