9
Yorum
38
Beğeni
0,0
Puan
634
Okunma

küsmüş bir peygamberin göz bebeğidir gökyüzü
ve yıldızlar yetimlerin başını okşayan
eski bir dua gibi sarkar geceden
bir şiirdir bazen
bir insana kendi tabutunu taşıtan
ve kendi elleriyle kendi mezarını kazdırır da
içine uzanmayı öğretir!
ve bir şiirin rahatı kaçmışken
bütün imgeler vebalıdır
bütün sözcükler titrek
gözlerinde susturulmuş ezan sesleri
sırtında taşlar gibi ağır bir bayram sabahı
ışığı kırılmış kandillerin altında
bir çığlıktır bir şairin sesini kırbaçlayan
her sabah bir cenin düşer içimize
gömleğimizin cebinde taşırız geceleri
ve ’’sireni susmuş
bir ambulans kadar’’
geç kalınmış bir ömürdür büyütmek nefesleri
bir muska gibi saklarız en çok incittiğimiz anları
aşk, içimizde bir kırağı
ölümse ona inanan ilk kar tanesidir
yağmurların unuttuğu bulutlar gibi
hep bir yere yağacak sanılan
bulutlar endemik bir hazzın peşinde sanki
toprağa yazdığı o isimleri unutmuştur çoktan
suda boğulan
susuzluklar gibi birikmişiz içimize
bir çocuk geçer gözümüzün ucundan
boyunlarında açlıktan ölen şiirler
avuçlarında kara batmış dağ çiçekleri
ve büyümek
çocukluk kokan bir eldiveni
çarşı ortasında kaybetmek
bir vitrinin camına bakarken uzun uzun
hayalini bırakıp
geçip gitmektir kendine bile uğramadan
ve hâlâ her sabah çocuk uyanmak
soğuğu lastik çizmelerin yırtığından içeri almak
ey küle sarılmış sancılı mucize!
ey cüce yangınların avuçladığı umut!
ey gül yerine kanla gelen öksüz seher!
şimdi biz
hangi harflerle anlatırsak anlatalım
eksik kalıyoruz
ve biz
hangi dili konuşursak konuşalım
bir yudum vicdanla yıkanmayan sözlerde
kirli alınlarla yürüyoruz menzile
ey sustuğu için taşlanan masumiyet
ey göğsünde
ninni yerine ağıtlar taşıyan yeryüzü!
hangi harfle anlatsak
eksik
hangi dille bağırsak
zehirdir