0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
161
Okunma
“Ama ben şiir okumayı da, yazmayı da bilmem ki…”
derim başlarken,
ve birden
suskunluğumun en derin yerinden bir sızı süzülür gibi,
kelimeler dökülür…
Ben harfleri değil,
geceyi dinledim çocukken.
Rüzgârın anlattığı şeyler daha çok şiire benziyordu
kitaplardan.
Hayat mı?
O zaten şiirin ta kendisiydi…
Bir kadının saçına takılmış
bir yaprak gibi savrulduk biz —
düştüğümüz yerin adını bile sormadan.
Ben şiir bilmem,
ama yürürken bazı kaldırımlar
beni ağlatır.
Yalnızlığımın içinden geçen bir sokak lambası,
aşktan daha çok yakar.
Kalem mi?
Ben kalemi kalem olduğu için tutmadım,
bir şey susmasın diye yazdım.
Çünkü bazı duygular konuşmaz;
kanar.
Ben şiir bilmem,
ama bir kadına bakarken
dilimin ucuna düşen tek kelime “sus” oldu.
Çünkü aşk, bazen anlatılınca eksilir.
Bir defterim var mesela…
Sayfalarında mürekkep yok —
sadece izler.
Birinin sesi,
birinin kokusu,
birinin hiç gelmemişliği.
Ben şiir bilmem,
ama bir sabah uyandığımda
dünyayı sevdiğim birinin gözlerinde görmüştüm.
O an anladım:
Şair olmak için yazmak yetmez,
yanmak gerek.
Ve şimdi diyorsun ya, oku…
Bak, ben de tam buradayım:
Ne şairim ne dilsiz.
Ama içimde bir cümle var ki
kırk yıldır sustuğum yerden başlıyor:
“Hayat, bir şiir değildir belki…
Ama bazı insanlar vardır,
onlar varken hayatın kendisi bile
şiir olmaya utanır.”