1
Yorum
6
Beğeni
5,0
Puan
165
Okunma

Aşk, insanoğlunun en eski duasıdır.
İlk ateşin dumanında yükselen,
ilk suyun kıyısında yankılanan
ve ilk kelimenin dilde doğuşudur.
Çağlar değişti, imparatorluklar yıkıldı,
yıldızlar söndü,
ama aşk hep aynı kaldı.
Çünkü aşk, zamana ait değildir.
Zaman aşkın içinden geçer yalnızca,
ve biz, onun kalbinde yol alan
kısa birer yolcuyuz.
Benim yolculuğum da böyle başladı.
Bir kadının hayaliyle uyandım bir sabah.
Ne adını biliyordum, ne yolunu görebiliyordum.
Ama kalbimde izini taşıyordum.
Onu hiç görmeden,
sanki bin yıl beraber yaşamış gibi özlüyordum.
Ve işte o gün anladım:
Aşk yalnızca kavuşmak için değildir.
Aşk, bazen hiç görmediğin bir gözün hayaliyle yanmaktır.
Bazen bir şehirde yürürken
bir başka şehrin rüzgârında üşümektir.
Bazen bir melodinin kıyısında
varlığını hissetmek,
bazen de bir kitabın sayfasında
izini bulmaktır.
Benim için aşk,
zamansız bir yolculuktu.
Bir gün kendimi Hint’in destanlarında buldum,
bir gün Çin’in ejderlerinde,
bir gün Hunların bozkırında,
bir gün Türklerin türküleri arasında.
Ama her destanın ortasında
hep aynı kadın vardı.
Bazen adı farklıydı,
bazen yüzü değişiyordu,
ama özü aynıydı.
İşte bu yüzden bu satırlar,
bir şiirden çok daha fazlası.
Bu bir yolculuk;
hem çağların içinde,
hem kalbimin en derin odalarında.
Ve bu yolculuğun adı:
Zamansız Hasret.
“Aşk, insanın kalbinde bir defa yanar;
ama alevi çağları aşar.”
5.0
100% (1)