0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
73
Okunma
Senden önce,
bir sesin bile bu kadar dokunacağını bilmezdim.
Sonra sen geldin,
Gözlerinle bir mevsimin ortasını değiştirdin.
Güneşi bilmeyen toprağın,
bir damla suya nasıl dua ettiğini ben seninle öğrendim.
Sen ki,
Zamanın bütün susmalarını üzerimde toplayan kadın...
Yokluğunla konuşmayı,
Varlığınla susmayı öğrettin bana.
Her sabah seninle başlasın istedim dünya,
Olmadı…
Çünkü sen güneşin de ötesinde bir şeydin.
Adını koyamadım hâlâ.
Ben seni…
Köksüz bir çiçeğin, toprağa bakarken duyduğu iç sızısıyla sevdim.
Dağların sabaha karşı göğe ettiği dualar gibi…
Bir kuşun,
kanadını unutmuş bir rüzgâra yaslanışı gibi…
Sana hasret kalmak,
bir nehrin okyanusa varmadan kuruması gibi,
Bir kemanın,
yayına dokunmadan sustuğu an gibi…
Ben sustum.
Çünkü anlatmak,
sana hep eksik kalacak cümleler demekti.
Senin adını taşıyan bir kederim var şimdi,
Ne zaman iç çeksem,
o ad göğsümden sızıyor.
Ne zaman uyusam,
bir rüyada elini kaçırıyorum elimden.
Uyandığımda boş bir sokakta yürür gibi hissediyorum kendimi…
Ve her köşe başında sana rastlamamaya alışmaya çalışıyorum.
Biliyor musun?
Sen gittin,
Ama ben seni bir yere bırakamadım.
Çünkü sen hiç gelmedin aslında,
Ben hayalini yaşattım,
Ben hayalini sevdim…
Gerçek olsaydın belki daha az acırdı.
Aşkı bilmiyordum ben,
Sana kadar.
Şimdi biliyorum:
Aşk, bazen bir bekleyiştir.
Bazen bir kabullenmedir.
Ve bazen de,
Bir ömür susmaktır.
Adın dilime dolanmasın diye
kelimelerle kavga ediyorum.
Ama olmuyor.
Bir yanım hâlâ sana sesleniyor sessizce,
“Dönme…” diyor.
“Dönersen, seni bir daha kaldıramam.”
Ve bil ki…
Gidersin,
Ama bazı yüreklerde kalırsın.
Ben seni,
Beni bıraktığın yerden hâlâ taşıyorum.
Hem de her gün yeniden kanaya kanaya.