0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
41
Okunma

Saat, masanın üzerinde duruyor. Sesi yok, ama akreple yelkovanın arasındaki o görünmez mesafe her an büyüyor, her an küçülüyor. Bu masada, camın kenarında, kaç kez oturdum bilmiyorum. Sandalye hep aynı, ahşabı ellerimin ısısını ezberlemiş olmalı. Dışarısı, dünyanın her zamanki gürültüsüyle dolu. Korna sesleri, aceleci ayak sesleri, yarım kalmış bir kahkaha. Ama burada, bu masada, zamanın kendi sesi var; o da sessizlik.
Beklemek, bir eylem değil, bir oluş biçimi. Sanki bedenin her hücresi, gelecekteki bir ana doğru gerilmiş bir yay gibi. Önümdeki soğumuş kahve fincanı, bu bekleme halinin en dürüst kanıtı. Tıpkı fincanın içindeki buharın yitip gitmesi gibi, her saniye, umudun sıcaklığından bir parça eksiliyor. Ama yine de gitmiyorum.
Çünkü bekleyenler, bilirler ki, asıl mesele gelip gelmeyecekleri değil; asıl mesele, sen oradan kalktığında o ihtimalin de kalkıp gitmesidir. Bu yüzden, gölgemi duvardan ayırmadan oturuyorum. Gözlerim kapıya değil, kapının eşiğine takılı.
Beklemek, aynı zamanda bir tür hatırlama biçimidir. O bekleme süresince, zihin, gelmesini beklediğin kişinin tüm küçük ayrıntılarını tekrar tekrar inşa eder. Sesinin tonu, yüzündeki o anlık şaşkınlık ifadesi, elinin dokunuşu. Ve sen, bu parçaları bir araya getirirken, beklediğin kişinin aslında her an seninle olduğunu fark edersin.
Masa boş, fincan soğuk, ama sen her an daha da gerçeksin. Ve ben, bu boş masanın başında, tüm bu gerçekliği kabul ederek bekliyorum. Çünkü burası, zamanın durduğu ve tüm dünyanın sadece bir ihtimalden ibaret olduğu yer.
Hüseyin TURHAL