Gönlünün arzusuna göre iş yapma ki, sırtına pişmanlık yükü yüklenmeyesin. ferideddin attar
sahince
sahince

TOROSLARIN ETEĞİNDEKİ SESSİZ KÖYÜN YÜKSELEN ÇIĞLIĞI ROMANI

Yorum

TOROSLARIN ETEĞİNDEKİ SESSİZ KÖYÜN YÜKSELEN ÇIĞLIĞI ROMANI

0

Yorum

5

Beğeni

0,0

Puan

114

Okunma

TOROSLARIN ETEĞİNDEKİ SESSİZ KÖYÜN YÜKSELEN ÇIĞLIĞI ROMANI

TOROSLARIN ETEĞİNDE
SESSİZ KÖYÜN YÜKSELEN ÇIĞLIĞI

Karşı Yakanın İncisi Kazancı



İbrahim ŞAHİN
















TOROSLARIN ETEĞİNDE
SESSİZ KÖYÜN YÜKSELEN ÇIĞLIĞI

Karşı Yakanın İncisi Kazancı



İbrahim ŞAHİN











KÖYÜN KIYISINDA SESSİZLİK
Köyün kıyısında, rüzgârın bile eğilip geçtiği bir patika vardı. Oradan geçen her adım, toprağa bir sır bırakırdı. Bu sırlar geceleri rüyaya, gündüzleri suskunluğa dönüşürdü. Çünkü burada konuşmak değil, susmak bir gelenekti.
Bir kadın sabah serinliğinde çamaşır asarken, bir adam sırtındaki küfeyle değil, gözlerindeki boşlukla taşırdı öz-lemi. Her “kolay gelsin” aslında “keşke yanımda olsan” demekti. Ama kimse bunu yüksek sesle söylemezdi. Çünkü burada özlem bile utangaçtı.
Tandırın dumanı sadece ekmek kokmazdı, bir bekleyişin buğusunu da taşırdı. Her çay bardağı dudaklara değil bir hayale değmek isterdi.
Köy sosyolojisi sadece gelenek değil, gizli duyguların arşiviydi. Bu arşivde en çok yer kaplayan şey, söylenmemişti.
Bir bakış, bir yürüyüş, bir mendil düzeltme… Hepsi birer cümleydi ama harfsizdi. Çünkü burada beden dili yazıdan önce gelirdi.
Ve o patikadan geçen her gölge, bir başka gölgenin hayalini taşırdı. Ama gölgeler birleşmezdi, sadece yan yana düşerdi.
Çeşme Başı Sessizliği
Çeşme başıydı günün nabzı. Gündüzleri kadınların sessizce su doldurduğu, akşamları gençlerin utangaç bakışlarla buluştuğu yerdi. Su sesi bile konuşmazdı burada, sadece akar sır taşırdı.
Geysilikte rüzgâr bile nazlı eserdi. Her esinti birinin sa-çından kopmuş bir tutam özlemi taşırdı. Kuşlar fazla öt-mezdi çünkü doğa burada konuşmayı değil, dinlemeyi öğretirdi.
Değirmen durgundu ama içinden geçen her un tanesi yılların bekleyişi gibiydi. Harman başıysa hayatın döndüğü yerdi. Aşk orada atılır, keder orada savrulurdu. Toprak hem beslerdi hem de örterdi duyulmayan çığlıkları.
Oba yolu uzundu ama göğüs gerilirdi. Atla geçersen başın dimdik, eşekle çıkarsan yüreğin sakin olurdu. Koyun kuzularsa çocuk gibiydi, masum, sıcak, huzurlu. Her adım doğayla iç içe, her nefes özgürlüğe bir fısıltıydı.
Burada sanal yoktu. Parmak izleri değil, ayak izleri kalırdı. Göz teması her şeyin anahtarıydı. Ne hissizlik vardı ne korku, burası özgürlüğün en çıplak haliydi.
Köy gerçeği: Ahırda Sabah
Sabah, ahır kapısının gıcırtısıyla başlardı. Henüz güneş doğmamışken içerideki sıcaklık dışarıdaki serinliği örterdi. İneklerin burnundan çıkan buhar dualarla karışırdı. Kimse yüksek sesle konuşmazdı çünkü burada sabah, huzurla başlardı.
Çocuklar uykulu gözlerle keçi sağarken dedeler tütün sarar, neneler kandil duası mırıldanırdı. Her hareket yavaştı ama anlamlıydı. Kimse acele etmezdi çünkü zaman burada takvimle değil gökyüzüyle ölçülürdü.
Ayakkabıların ucundaki çamur bile bir geçmiş taşırdı. Kim ne zaman ne hisle bastıysa, toprak unutmamıştı. Ve ahırın içinde sadece hayvanların değil, insanların da sessizliği beslenirdi.
Köy Gerçeği: Mısırlıkta Akşamüstü
Güneş alçalmış, gölgeler uzamıştı. Mısır koçanları sırıklara asılmış, sabırla kurumaya bırakılmıştı. Kadınlar başla-rındaki yazmaları gevşetmiş, ellerindeki mısır tanelerine değil, birbirlerinin suskunluğuna bakıyordu. Her biri dert ortağıydı ama dert dillendirilmiyordu çünkü burada acı birlikte sessizce taşınırdı.
Bir genç mısır sıralarının arasında yürüyordu. Elinde bir koçan, yüreğinde henüz demlenmemiş bir sevda vardı. Onu gören yaşlı bir kadın gülümsedi çünkü gençliğin ne taşıdığını yüzyıllar önce o da taşımıştı.
Mısırlıkta akşam rüzgârı esince yapraklar hışırdayarak dans ederdi. O ses, köyün senfonisiydi. Ne keman gerekiyordu ne piyano, doğa kendi müziğini üretirdi.
Köy Gerçeği: Yokuşun Ucundaki Eşik
Yokuş taşlıydı ama o taşlar basanı incitmezdi çünkü üstlerinden geçen her adım onları yumuşatmıştı. Bir ayağın izi diğerine yol açar, kimse kimsenin izini silmezdi bu köyde. Yol kenarındaki sarı otlar, gelenin kim olduğunu sezmiş gibi hafifçe salınırdı.
Yokuşun sonunda ahşap bir kapı dururdu. Boyası solmuş, menteşesi inatçıydı ama kimse ondan şikâyet etmezdi çünkü o kapı sadece bir eşiğe değil, başka bir zamana açılırdı.
İçeride bir oda vardı, sade, suskun ve tertemiz. Perdeler rüzgârdan ürkmüş gibi titrerken duvardaki saat durmamış ama konuşmayı bırakmıştı. Odanın tam ortasında biri ayakta duruyordu. Ne oturacak kadar alışmıştı ne gidecek kadar yabancıydı. Tam o anda eski bir sandalye gıcırdadı. Belki de anılar yer değiştirmişti sadece.
Burası bir başkasının çocukluğuydu. Birinin sevdasını sakladığı sandık, bir diğerinin gözyaşını sildiği yastıktı. Oda sessizdi ama anlatmayı bilen için sayfalarca konuşu-yordu.
Toz kalkmıştı. Ayakların altında dövülmüş toprak, güneşle birlikte kavrulmuş; gölgeler bile çekine çekine gezmeye başlamıştı. Harman yeri kal abalıktı ama kimse birbirinin sesini bastırmazdı çünkü burada gürültü değil ritim vardı.
Kadınlar çuvallara sap doldururken, çocuklar gölgelerin arasında seksek oynar gibi koşuşturuyordu. En çok da toprağa düşen kuş gölgesini yakalamaya çalışan çocuk vardı. Gölge hep kaçıyordu ama çocuk pes etmiyordu. Belki de yakalanmayan gölgeler, büyümeyen hayallerin oyunuydu.
İki yaşlı, harman kenarına çökmüş, elleriyle bastırdıkları bastonlarına değil, uzaktaki tepeye bakıyordu. O tepede bir zamanlar nöbet tutulmuştu, şimdi sadece rüzgâr vardı. Ama onlar hâlâ nöbetteydi, hafızanın nöbetinde.
Bir eşek sabırla kenarda duruyor, yularında sallanan nazar boncuğu titriyordu. Bu bile boşuna değildi çünkü burada her şey anlatılmayan bir hikâyeye dayanırdı.
Ve güneş tepenin ardına inerken, bir kadın harmana serilmiş buğdayı eline alıp şöyle dedi sadece:
Göğostos ayıydı. Sıcağın en kör noktasında, toprağın çatlağı bile susuzluğuyla konuşurdu. Ama çocuklar bu sus-kunluğa kulak vermezdi. Hayrettin, İrbeğem, Cafer ve Omar; dört gölge, dört hayal, dört zekâ kıvılcımı...
Sabahleyin dere kenarında çıplak ayakla taşlara basarak inmişlerdi değirmene. Omar değirmen taşına oturmuş, un tozu savrulurken sabit bakıyordu suya; öte yandan Cafer elindeki çakıl taşını göğe fırlatıyor, düşerken tuttuğu dileği sadece kuzuya fısıldıyordu.
İrbeğem Bük’teki çalılıkta bir oğlağın başına sarı iple bağladığı çanla oyun kurdu. “Eğer bu çan beş kez çalarsa, kavuşmak mümkün,” dedi. Kimse kavuşmak istemediğini söylemedi ama herkes içinden aynı şeyi geçirdi.
Hayrettin, ardıç dalından yaptığı mızrağı dere kenarında bir kurbağanın yanına sapladı; sonra onu tutup bırakırken “hiçbir sır sonsuza dek saklı kalmaz,” dedi. Ama sır paylaşılmadı, suya karıştı.
Gün batımında dördü de çimenliğin üzerine uzandı. Göğe bakarken Cafer şöyle dedi: "Hayvanlar kadar temiz olsak, kimse bizi adam etmeye kalkmazdı." Ve gökyüzü çocuklara yıldızlarını biraz daha yaklaştırdı.

KÖYGERÇEĞİ MİNİBÜSLE GİDEN, DÖNÜŞTE YALNIZLIĞI TAŞIR
Köyde tek minibüs vardı. Sabah ezanıyla kalkar, motorunu sessizce çalıştırırdı Yaşar Usta. Ama bu minibüs, Taşıra sadece yolcu taşımazdı; hasreti, gurbeti, sılayı da bindirirdi koltuklara.
Ön koltukta oturan kadın mendilini sıkarken, arka sırada okul çantasını dizine dayayan çocuk cama sessizce çizgiler çizerdi. Yol Kazancı’yı geçer, kasabanın ucundaki Ermenek tabelasına varıncaya dek sessizliği çoğaltırdı. Toplam 30 kilometre… ama duygu menzili yıllıktı. Her sabah gidiş bir veda; her akşam dönüş yarım bir kavuşmaydı.
Ali Dağaşan Köy’de düğün varsa, Ali Dağaşan eksik olmazdı. Kaşıklarını alnına vururken rüzgâr bile ritim tutardı. Çiftetelliyi oynarken yüzündeki ifade müziğin değil, geçmişin hatırasını çağırırdı. Oyun değil, ayin gibiydi.
Köyde bir ortaokul, bir lise vardı ama ders kitaplarıyla değil; duyularla, sezilerle, çiseleyen yağmurun anlatımıyla öğrenilirdi orada. Geriye dönük algı eğitimi yapılırdı. Çocuklar önce dinler, sonra hisseder, sonra çizmeden yazar-lardı. Kural yoktu: ezber yerine özlem, sınav yerine gözlem vardı.
Hayrettin’in müzik öğretmeni olduğu yıl, defin yerine kuzu çanı, metronom yerine rüzgârda sallanan çinko parçası kullanıldı. O yıl nota kitapları kapatıldı; çocuklar dağdan gelen yankıyı melodileştirdi. Köyde müzik o sene devrim yaşadı.

OZAN ÇOLAK HASAN VE DİĞER ÇOLAKLAR
Bayram sabahı köy meydanında herkes susar, Ozan Çolak Hasan konuşurdu. Ama şiiri konuşmak değildi bu: yazıp yaz okutuyordu. Satırını söylemezdi, taşın üstüne yazdırır, çocuğa okuturdu. Aynı adda başka "çolak" ozanlar vardı. Kendi isminin gölgesinde, yazdığı tek dörtlükle hayata tutunuyordu biri: “Çolak doğdum elim eksik / Ama gönlümde aşk tam tekmil / Gözümle sevdim sakınmadım / Kalbimle duydum, sustum değil.

MİNİBÜSÜN HATIRA DEFTERİ
Sabahın ayazında motor ilk öksürdüğünde, köyün uykusu bozulurdu. Yaşar Usta’nın minibüsüydü bu: dört lastik, bir direksiyon ve üstü açık dualarla dolu bir yolculuk.
Valiz değil yalnızca, köyün mevsimi yüklenirdi bagaja. Elma sandığı öylece konmazdı; üstüne ince yazmalı bir bez serilirdi. Üzüm sepeti, sırıkla taşınıp dikkatle yatırılırdı. Un, bulgur… her çuvalın üstü kurban bayramı gibi işlenmiş olurdu.
Muavin en son çıkardı evden. Para toplarken eksik alana değil “Geçen sefer de üstüyle geldin” diyen kadına çatar-dı. Ama lafı uzatmadan da bir gülüş bırakırdı ardından.
Benzinliğe girildi mi, girilmedi mi bilinmezdi. Ya da belki girmiş gibi yapıldı; çünkü minibüs hep kokardı: çöğdürüğün ve eksik benzinliğin karışımıyla.
Üst bağajdan bir valiz yuvarlandı mı? Evet. Boğa Tepesi’nden aşağı süzüldü valiz, ardından muavin koştu. “Valiz değil o, köy hatırası!” dedi. Koşarken ayağındaki lastik ayakkabı patladı ama o durmadı. Çünkü bazı yükler eşya değil, emanetti.
Alaköprü’de mola verildi ama yalnızca yaşlıların tuvalet bahanesiyle özlem gidermesi içindi. Minibüs değil artık bu… bir mekik dokuyordu köyle şehir arasında. Bir yol çizgisi değil iki yürek arası nabızdı.
KÖYGERÇEĞİ / BOĞA TEPESİ’NDE UNUTULAN VİRAJ
Boğa Tepesi... adı bile terletirdi direksiyon başındakini. Dik rampası keskin virajlarıyla bilinir ama esas hafızaya çentik atması 1963 yazına dayanır. O yıl yağmurlu bir sabah kasabaya inen jeep dönerken uçuruma devrildi. İçinde öğretmen Abdullah Erden de vardı.
Jeep altı kişilikti ama o sabah tam otuz yürek çuval çuval bulgur sandık sandık üzümle üst üste yüklendi. Kimse "yer yok" demedi. Çünkü köyde yer değil ihtiyaç konuşurdu. Bağaj tampon hatta stepne üstüne bile oturulurdu. Direksi-yon Mustafa’nın elindeydi — köyün gözü kapalı güvendiği şoför.
Viraj kesti nefesi. Jeep devrildiğinde sadece bir ses kaldı: kargaların haberi taşıdığı rüzgâr. Çünkü telefon yoktu. Ölüm haberi kargayla ulaştı köye. Abdullah Erden’in şehit olduğunu duyanlar 15 kilometrelik yolu yürüyerek kaza yerine indi.
Orada yalnızca ölüm sessizliği vardı. Diğer yolcular kaza sonrası kimisi sıyrıkla kurtulmuş kimisi şaşkınlıkla ama yollarına yürüyerek devam etmişti. Birinin yumurta sepeti kaza sırasında devrilmişti. Ne bir gözyaşı ne bir baş eğiş... sadece yere saçılan yumurtaları toplarken şunu dediği duyuldu: "Bir tanesi bile kırılmamış."
Köylü ölümden korkmazdı. Ama elindekini kaybetmekten o bir lokma ekmeğin zayi olmasından ürkerdi. Çünkü yoklukta en büyük kayıp can değil kalan lokmanın artısıydı.
O günden sonra Boğa Tepesi’nde 50’ye yakın kaza daha yaşandı. Ama bir anıt dikilemedi. Bir şehri bilen yol hafı-zayla döşenmezse harita hep eksik kalır.

KÖYGERÇEĞİ / SESSİZ DAĞLARIN DERSİ
Boğa Tepesi’nden dönenlerin her biri susarak anlatırdı yaşadığını. Çünkü bu yolda konuşmak değil, hatırlamak âdettendi. Her viraj bir öğretmendi, her iniş bir sınav, ve Abdullah Erden’in adı artık sadece nüfus kayıtlarında değil yokuşlarda yankılanan bir sessizlikte yaşardı.
Okul onun yokluğuna alışmadı. Tahta başında bıraktığı tebeşir bir yıl boyunca kimse tarafından kullanılmadı. Her derse girerken öğrenciler ayağa kalkar, ama bir süre boş kapıya bakardı. Çünkü o kapıdan tekrar Abdullah Hoca girsin isterdi hepsi.
Annesi öğretmenin fötr şapkasını yatağının başucuna astı. “O gelirse yastığının yanında bulsun” dedi. Babası ise oğlunun defterini her gece açıp sessizce sayfalarını çevirdi. Yazıyı okumazdı, çünkü zaten ezberindeydi. Yazılar değil eksik kalan cümleler yakardı insanı.
Boğa Tepesi’nin virajı artık daha geniş, asfaltı daha kalındı ama köyün hafızasında o kıvrım hiç düzelmedi. Çünkü bazı yollar kazayla değil, kaderle kıvrılır, ve bazı öğret-menler mezara değil, toprağın belleğine gömülür.

KÖY OKULU’NDA DUYUSAL EĞİTİM / HAYRET-TİN’İN DEVRİMİ
Okul zili çalmazdı burada. Rüzgâr çalardı, çocuklar da yaprakların ritmini izleyerek sıraya girerdi. Müfredat do-ğanın kendisiydi. Eylül’ün sabah sisi fen dersiydi, kışın sobaya atılan portakal kabuğunun kokusu biyoloji.
Öğretmen Hayrettin sınıfa kitap yerine bir keçi çanıyla girdi ilk gün. “Bugün ses öğreneceğiz” dedi, “ama kulakla değil göğsünüzle.”
O günden sonra müzik dersinde metronom yerine bozkırda çınlayan çinko parçası kullanıldı. Çocuklar her sabah ayağına çiy düşmüş otları dinleyerek nota yazdı. Hayrettin’in talimatıyla kara tahta bile kaldırıldı. Çünkü bilgi gözle değil duyuyla sızmalıydı zihne.
İkinci haftada çocuklar gökte dönen şahinlerin kanat açık-lığını çizerek geometriye giriş yaptı. Türkçe dersinde "ben" kelimesi yasaklandı, herkes "biz" diye başlamaya mecburdu. Çünkü köyde tekil kalmazdı hiçbir şey; ne dua ne çocukluk ne ekmek.
Ve yılsonunda Hayrettin çocuklara sınav yerine dereden yankılanan sesleri tanımayı sordu. 12 çocuktan 11’i doğru bildi. Ama biri “yankı yoktu” dedi. Hayrettin ağladı. Çünkü o çocuk doğayı duymayan günü fark etmişti.
ÇOLAK HASAN – TEK HARF EKSİK DEĞİL FAZLA KİŞİLİKLİ BİR DESTAN
Çolak Hasan, babasının gölgesini hiç görmemişti. Babasından geriye kalan tek cümlelik bir mektuptu: “Askerlik vazifem bitti, hac farizemi yerine getirip geleceğim.” Ama o mektup geldi, kendisi asla dönmedi. Yemen sustu, köyün en sessiz günü başladı o sabah.
Yetim büyüdü Hasan. Medrese eğitimiyle yoğrulmuş, ama Cumhuriyet okumasıyla kabına sığmamıştı. Birinci kademe eğitimden sonra kendi çabasıyla Latin harflerini söktü. Öğrenmek onun için lüks değil, mecburiyetin dua halidir. Her harfi, bir çocuk kadar sabırla, bir dağ kadar inançla öğrendi.
Köydeki tek gazete abonesiydi. “Gazete bir hafta gecikmeyle gelir,” derdi ama o gecikmede bile medeniyet kokusu duyardı. Yeşil Ermenek gazetesine şiirler, hikâyeler, düşünce yazıları gönderirdi. Yayınlandığında okuma sırasında cümleleri gururla yutardı, ama kimseye ‘ben yazdım’ demezdi.
İki eli engelliydi. Hastalığı kemik yetersizliğiyle anılırdı ama kelimeye bastığında hiç eksik durmazdı. Muhtarlığın kâtibiydi. Parmakları tutmasa da düşünceleri düz yazıya dönerdi. Düğünlerin organizasyonunu yapar, okulların açılış törenlerinde kemençe yerine kelimeyle halay başı olurdu. Ona herkes “Çolak” derdi; ama biz biliyorduk ki o, aklın, Cumhuriyet’in ve sabrın iki eliyle konuşan tek kişisiydi

ÇOLAK HASAN – GAZETEYE GELEN MEKTUP, GECİKEN AYDINLIK
Yeşil Ermenek Gazetesi köye hep bir hafta geç gelirdi. Ama o hafta boyunca Hasan, sayfalarını ezberden açardı. Başlıkları zihninde kurar, altlarına kendi yorumlarını yazar, sonra gerçekten gelen gazeteyle kıyaslardı. Her yazısı yayımlandığında köyde yeni bir taş yerine oturmuş gibi olurdu.
Bir gün muhtar gazetenin geciktiğini söylediğinde şöyle dedi Hasan: “Gazete geç gelir ama düşünce erken ulaşır. Kıymet, hızda değil, izde saklıdır.”
Ve sonra çay ocağının önünde bir sandalyeye oturur, gazeteyi açar, yazısını okuturdu. Ama okuyan kişi rastgele seçilmezdi: o gün fırında çalışan çocuk ya da harman yerinde gölgelenen yaşlı olurdu. Çünkü Hasan bilirdi: okumak da bölünmeli, fikir herkesin karnına doğmalıydı.
Her yazısının sonunda “Adalet ve akıl, en büyük duasıdır Cumhuriyet’in” diye bir cümle olurdu. Bir gün biri sordu:
— “Hasan abi, neden her yazıda aynı son?”
— “Çünkü köyde elektrik yok ama bu cümle ışık olur,” dedi.
Babasından gelen o mektubu hiç göstermezdi kimseye. Ama bayramdan bir gün önce mezarlık yolunda sırtında gazete kâğıdı olan bir çuval taşırdı. İçinde sadece arşiv değil, onulmaz bir özlem vardı. Yemen’den dönen hiçbir sesin yerini dolduramadı; o yüzden her yazısına hem geçmişi, hem geleceği yazdı.

ÇOLAK HASAN’IN KÖY MEYDANINDA KONUŞTUĞU BAYRAM
Bayram sabahı… köyde ilk uyanan horoz değil, Hasan’ın kelimeleri olurdu. Çünkü o gün öylece başlamak olmazdı hayata söz söylenecek, bayrak selamlanacak, bir çift çarığın hatırası anılacaktı.
Çolak Hasan, okulların önüne sandalyeyle kurulurdu. İki eliyle değil, bakışıyla düzen verirdi törene. Çocukları sıraya dizerken seslenirdi: “Omuzlarınızda sadece gömlek değil; cumhuriyetin emaneti var. Dik durun, çünkü Atatürk size inanarak bu köyü sizinle kurdu.”
Konuşmasına her yıl aynı cümleyle başlardı: “Benim elim eksik ama duam tam. Bu bayrak, hepimizin sağ elidir.”
Sonra çocuklardan biri Yeşil Ermenek gazetesinden Hasan’ın yayımlanmış yazısını okurdu. Bir çocuk heyecanla “başlayamadım” deyince, Hasan gülümseyip şöyle dedi:
“Olsun evladım… Bazen harf unutursun ama duyguyu unutmazsın. Oku kalbinle.” Törenin sonunda sessizlik olurdu. O sessizlikte herkes bir babayı, bir evladı, bir geçmişi düşünürdü. Hasan orada sessizliğin içinde bir cümleyle konuşurdu:
“Bir köyde gazete varsa düşünce olur, düşünce varsa şeref olur; şeref varsa bu ülke hep dik yürür.”
Bayram geçerdi ama Hasan’ın sesi, poyraz gibi günlerce yankılanırdı. Sene 1972… son kez konuştu Hasan. O gün cümlesini şu şekilde bitirdi:“Ellerim eksik belki ama yurdumun alnını silebilecek kadar temizim.”
Ve o gün köy meydanında ağlayanlar oldu. Ama ağlayan çocuklar değil, kelimenin yorgunluğu karşısında diz çöken büyüklerdi.

İBRAHİM’İN GÖNLÜNDE AÇILAN YUVA
Aradan yıllar, hatta ömürler geçti. İbrahim Akın yüzlerce kitap yazdı, basın kartları eskidi, imzalar çoğaldı, ödül konuşmaları yapıldı… Ama her gecenin sonunda, yastığının içine koyduğu bir eksik vardı: bir adamın elleri eksik ama hikâyesi tamam olan bir adamın adı Çolak Hasan.
Ve o gece geldi... İbrahim, ansızın bir cümlenin içinde kendini yakaladı: “Ben bu kadar yazdım ama hiç Hasan kadar susamadım.”
İşte o an karar verdi. Romanlarının arkasında kalan o boşluğu artık kalemle değil, yürekle dolduracaktı. Tarihi, arşivleri, eski gazete nüshalarını karıştırdı. Köy mezarlığını arşiv gibi okudu. Bir bayram sabahı, Hasan’ın “Benim elim eksik ama duam tam” dediği ses, İbrahim’in rüyasında yankılandı.
Ve o sabah yazmaya başladı: “Bu bir köy hikâyesi değil. Bu, iki eli eksik ama millete kelimeyle dokunmuş bir Cumhuriyet evladının romanıdır.”
Sayfa sayfa Hasan canlandı. Mektuplar, gazeteler, törenler, çocukların heyecanı… Her satırda Hasan yürüdü, bazen bir çocuğun sırtında, bazen bir köylünün göz ucunda, ama hep kelimenin dibinde…
Roman artık İbrahim’in değil Hasan’ın hatırasına verilen bir diz çöküştü.
YÖRÜK GÜZELİ – 1943 YAYLA DEFTERİ
Çolak Hasan 27 yaşında yazmıştı bu şiiri. Köyün tepesindeki tuluk seslerine karışan bir bakışı anlatır. Kızın adı söylenmez çünkü söylenirse büyü dağılır. Ama dizelerde belli: “Yanağını yanağıma değdir / Kalp görmedi böyle güzeli.” O dizelerde at yelesi gibi uçuşan saçlar, şalvarın kıyısından sarkan nar çiçeği, susarken bile sitem eden gözler vardır. Hasan o yıl hiç evlenmemişti çünkü kalbini dörtlüklere nişanlamıştı.
Kesik Ardıç’ın Ağıdı – 1957 Adalet Defteri
Bir cinayetin değil, bir adalet kaybının belgesidir bu ağıt.
“Silahım kaldı taşında / Toros kızlar başında…” Delileroğlu’na yazılmıştır ama hedef devlettir. Hasan, yalnızca dostu için yazmaz; susan köy için adını bile duymamış torunlar için yazar. Bu ağıtın sonunu yazamadığı bilinir çünkü gözyaşı defterin ucuna damlamış, harfleri silmiştir. Yarım kalmış ağıtlar, halkın vicdanına mühür olur.
. KAYIP GÜN DEFTERİ
Kaza, Boğa Tepesi’nin dar ve virajlı yolunda oldu. Eski bir jeep, sabah sisiyle sarılmış yamaçta hâlâ taze izler bırakıyordu. Sürücü virajı alamadı. Sonuç: bir can eksildi. Abdullah Erden… Öğretmen.
Diğer yolcular, bedenleri hafif yaralı, yürekleri paramparça, yürüyerek tamamladılar yolun kalan 20 kilometresini. Ama o yürüyüş bir dönüş değil; bir sessizlik alayıydı. Her adım, bir eksikliğin ağırlığını taşıyordu.
Abdullah öğretmen, o sabah erkenden çıkmıştı yola. Belki çantasına öğrencileri için birkaç bayram şekeri koymuştu, belki de yeni ders planlarıyla doluydu zihni. Kim bilir, hangi çocuğa hangi hikâyeyi anlatacaktı? Ama o sabah, sadece bir beden değil bir hayal de düştü yola.
Köydeki Hasan, onun ardından şöyle fısıldadı: “Okul açılmaz artık burada... Zil sustu, çiçek konuşmaz.”
Bu bir ağıttan öteydi. Bu, sessizliğe gömülen bir neslin çığlığıydı. Çünkü Abdullah öğretmen, sadece harfleri öğreten biri değildi. O, toprağa düş kuran, kara tahtaya umut çizen bir insandı. Sandığın içinde, onun adına ayrılmış defter sayfasında yalnızca üç harf vardı: R.A.H. Ruh-u Asude Huzura Eriyeydi. Ne bir mezar taşı kondu onun adına ne bir anıt dikildi. Ama o üç harf… O üç harf, onun yokluğunun yankısını taşımaya yetti.

AYBAHAM BAŞI KARŞILAŞMASI – YÖRÜK GÜZELİYLE YILLAR SONRA
Yaz geçmiş, bahar unutulmuş, şiirler sandığa çekilmişti. Bir sabah, göl kenarındaki kavakların dibinde keçilerini sulayan bir kız gördü Hasan. Başında kırmızı yemeni, göğsünde tanıdık portakal iğnesi.
O muydu? Yaklaşmadı. Bir şiirin dokunmamış mısrasıydı sanki o kız. Hasan geri çekildi, ama akşam deftere üç mısra yazdı: "Aynı gökte yandık da Başka zamana düştük Ben dize oldum, o susku..."
O gece “Yörük Güzeli” şiiri tamamlandı. Ve yıllar sonra, o dize köy düğününde türkünün nakaratına dönüştü. Hasan kendisi hiç söylemedi ama halk bildi: “Bu türkü Hasan’ındır. İçinde suskunluk olan her satır onundur.”
TRT’YE GİDEN SES – ŞİİRİN DEVLETE ULAŞTIĞI GÜN
Yıl 1981. TRT hâlâ kasetle yayın alıyor. Bir gün İbrahim Akın, elinde sararmış bir zarfa gitti Ankara’ya. Zarfın içinde 55 şiirin arasından seçilmiş dört tanesi, bir de el yazısıyla eklenmiş not:
“Yazan: Hasan Songur (Çolak Hasan) Köy: Toros’un dibinde Durumu: Şiirle konuşur, susarak yaşar.”
Güvenlikçi okudu önce. “Bunlar kimin?” dedi. “Bir dağın kalbinden çıkan ses” cevabı geldi. Zarf kabul edildi, kaset dinlendi ve ilk kez bir devlet radyosu, bir köy adamının el yazısı notayla seslendirdi.
O gün Ankara’da bir memur dedi ki:“Kim yazmışsa, dili selamet.” Ve bir başka memur unuttu, çünkü bu ülkede bazı sesler yalnızca bir kez duyulmak üzere kaydedilir. Ama Hasan’a yetti. İbrahim ona mektup yazdı: “Sesin devletin çeperine çarptı dayı, Şimdi belki bir çoban dinler, bir çocuk yazar…”

MEZARI BAŞINDA – SESSİZLİĞE OKUNAN SON AĞIT
Yıl 1993. Sonbaharın son günü. Toros’un eteğinde, toprağın koyu yerinde, birkaç taş ve bir demir parçası… Adı bile doğru yazılmamış mezar taşının başına geldi İbrahim. Yanında ne çiçek vardı ne konuşan biri. Ama cebinde bir kâğıt, üzerinde Hasan’ın kendi şiirlerinden çevirdiği dizeler vardı: “Bana dua etme evlat, Dilsizlere anlat yazdıklarımı…”
Diz çökmedi İbrahim. Çünkü biliyordu: Bu mezarın önünde eğilmek değil ayağa kalkmak gerekiyordu. Ağzından tek kelime çıkmadı. Ama gözüyle mezara şu cümleyi bastı: “Ben seni yazıyorum dayı. Ben seni ses yapıyorum.”
Yanına küçük bir not bıraktı: “Burada yatan kişi, sağlığında yazdıklarıyla köyü ayakta tuttu. Öldüğünde devlet susmuştu. Ama artık sesi buradan duyuluyor.”
Giden olmadı. Mezar yine yalnız kaldı. Ama o günden sonra Toros’ta esen rüzgâr, bir kelime fazlasıyla döner oldu: “Hasan”

YARIM ROMANIN ÖN SÖZÜ – İBRAHİM ŞAHİN’İN KALEMİNDEN
Küçük bir çam masanın üstüne eğildi İbrahim. Kâğıt bembeyazdı ama sanki daha oturmadan ortasında bir siluet belirdi: “Çolak Hasan” Ne baş harfi eksikti, ne gölgesi. Ama İbrahim biliyordu: bu sadece bir ön söz değil bir ömür gecikmiş özür olacaktı.
Dolma kalemin ucuyla şunu yazdı ilk cümleye:“Bu roman, bir ölünün değil; sesini duyuramamış bir dirinin yaşama iadesidir.”Çünkü Hasan yalnızca yazmamıştı, yazıyla yaşamıştı. Kendini duyuramadı, Çünkü bazen en yüksek cümleler bile bir dağın arkasında boğulur. Ama İbrahim bunu değiştirmek için başına oturmuştu o defterin. Kendi adı yoktu kapağında. Sadece şu cümle vardı: “Çolak Hasan Ellerle değil dizeyle tutunmuş bir cumhuriyet çocuğu.” Ve ön söz şöyle bitti: “Bir zamanlar bir adam yaşadı… Ellerini kaybetmişti ama diliyle bir köyü yürüttü. Şimdi onun sesiyle, biz de daha dik yürüyeceğiz.”
O gün roman başlamadı, O gün bir suskunluk sona erdi
YIL 2025. TRT
TRT Arşiv Dairesi’nde dijitalleştirme çalışmaları sürüyor. Bir teknisyen, tozlu rafların arasında “Çolak Hasan – Yörük Güzeli” etiketli bir kaset buluyor. Kasetin üstünde solmuş bir not: “Gönderen: İbrahim Şahin. Kaynak: Hasan Songur. İçerik: Şiir – Beste – Ağıt.”
Kaset oynatılıyor. İlk ses “Saçlarınla beni öldür…” Sonra bir duraksama… Ve ardından gelen ikinci ses: “Kalp görmedi böyle güzeli…”
O an odada herkes susuyor. Çünkü bu ses, sadece bir şiir değil bir halkın unutulmuş hafızası. TRT bu kaydı “Arşivden Türk Halk Müziği” listesine alıyor. Ama kimse bilmiyor: bu ses, bir köyün suskunluğunu delip geçen tek kelimelik bir haykırış.

TÜRKÜYE DÖNÜŞEN ROMAN – KLİPTE HASAN’IN GÖLGESİ
Artık kelimeler yetmemeye başladığında, ses yetişti. Bir Anadolu rock grubu, İbrahim Şahin’in bestelediği “Yörük Güzeli” şiirini stüdyoda yeniden düzenledi. Elektro sazla başlayan parça, içe çekilen uzun bir nefes gibi giriyordu:
“Saçlarınla beni öldür Hiç gülmedim, beni güldür...” Klip çekimi için Körkuyu piknik alanına gidildi. Bir drone, sabah güneşinde titreyen çamaşır iplerini ve eski okul duvarındaki çatlağı çekti. Köy meydanında bir kız çocuğu şiiri seslendiriyor, arka planda bir gölge yavaşça yürüyordu: baston tutmayan bir el ama elinde defter taşıyan bir yürek.
Klibin sonunda ekran kararıyor. Sadece şu cümle beliriyor: “Bu ses bir sandıktaydı. Artık herkesin gönlünde çalıyor.”
YouTube’de ilk 24 saatte 1388 yorum geldi. Biri şöyle yazmıştı:“Babam bu şiiri 1970’te bana okumuştu. Ben ağlamamak için pencereye bakmıştım.”

SESSİZ TANIK – Hasan’a Çay Getiren Kadının Hafızası
Köyde herkes konuşur, ama bazıları sadece hatırlar. O kadın da onlardan biriydi. Adı Zeliha. 84 yaşında. Kameranın karşısına oturduğunda elleri titriyordu ama sesi dimdikti: “Ben ona her sabah çay götürürdüm. Ama o çayı içmeden önce hep bir şiir okurdu. Bazen bana, bazen kendine, bazen hiç kimseye…”
Zeliha anlatmaya devam etti. Hasan’ın çayını nasıl şekersiz içtiğini, defterin kenarına nasıl küçük notlar düştüğünü ve bir gün ona şöyle dediğini: “Zeliha bacı, ben yazarken konuşmam. Ama sen çay getirince kelimelerim ısınıyor.”
O günleri anlatırken gözleri doldu. Ama ağlamadı. Çünkü dedi ki:“O ağlamazdı. Ben de onun hatırasına gözyaşı dökmem. Ama her sabah hâlâ bir bardak çay koyarım pencere kenarına. Belki gelir diye…” Kamera sustu. Ama o çay bardağının buğusu, bir romanın en sıcak sayfası oldu.

GENÇ KALEM – HASAN’IN YOLUNDA İLK DEFTERİ AÇAN ÇOCUK
Köy okulunun arka bahçesinde, eski bir ceviz ağacının altında bir çocuk oturuyordu. Adı Yusuf’tu. 12 yaşındaydı. Elinde yeni aldığı bir defter, önünde Hasan’ın mezarından getirilmiş bir taş parçası. Taşın üstüne tebeşirle yazmıştı:
“Ben de yazacağım.” O gün öğretmeni, sınıfa “kahramanlar” konulu bir kompozisyon ödevi verdi. Yusuf parmak kaldırdı: “Ben Çolak Hasan’ı yazabilir miyim?” Öğretmen sustu. Sonra başını eğdi: “Yusuf… sen yazarsan, o yeniden yaşar.”
Yusuf eve gitti. Defterin ilk sayfasına şunu yazdı:“Benim kahramanım elleriyle değil, kelimeleriyle tuttu hayatı. O yüzden ben de yazacağım. Çünkü yazmak, bazen bir köyü ayakta tutmaktır.”
O defter, köyde Hasan’dan sonra açılan ilk defterdi. Ve Yusuf’un yazdığı ilk hikâye, TRT’de okunan şiirin hikâyesiydi. Yani bir sesin yankısı, bir çocuğun kaleminde yeniden doğdu

ROMANI OKUYANLAR
“Çolak Hasan”ın Hayatı Roman Oldu
Kitap basıldıktan sonra ilk okur, Yusuf’un annesi oldu. Okudu, sustu. Sonra kitabı sobanın yanına koydu ve dedi ki: “Bu kitap bizim evin sesi gibi. Hasan bizimle konuşmuş da biz geç duymuşuz.”
Sonra köyde bir gelenek başladı: Her cuma akşamı, bir evde toplanılıp kitaptan bir bölüm okunuyordu. Okuyan kişi, Hasan’ın sesini taklit etmeye çalışıyor, dinleyenler gözlerini kapatıp onu yeniden yaşıyordu.
Bir gün TRT’den bir ekip geldi. “Bu kitap neden bu kadar sevildi?” diye sordular. Köyün yaşlısı şöyle dedi: “Çünkü bu kitap yazılmadı. Bu kitap bizim başımıza geldi.”
Ve o gün, TRT belgeselinde şu cümle yer aldı:“Çolak Hasan’ın romanı, sadece bir adamı değil bir köyün hafızasını yazıya geçirdi.”

ÇOLAK HASAN İLKOKULU” – İsmin Taşa, Sesin Çocuğa Yazıldığı Gün
Yıl 2026. Köyün eski okul binası yıkılmış, yerine yeni bir yapı yükselmişti. Ama tabelası asılmadan önce herkes sustu. Çünkü o gün, sadece bir okul değil bir hafıza açılıyordu.
Tabelada şu yazıyordu: “Çolak Hasan İlkokulu” Açılışta konuşan öğretmen, gözlüğünü sildi ve dedi ki: “Bu okulda artık sadece ders değil bir adamın susarak yazdığı tarih de okutulacak.”
İlk zil çaldığında çocuklar sıraya girdi. Ama biri, Yusuf’un torunu, defterine şunu yazdı: “Ben Hasan’ı tanımadım. Ama onun yazdığı şiirle okumayı öğrendim.”
Okulun girişine bir pano asıldı. Üzerinde Hasan’ın şu dizesi vardı: “Ben yazdım, siz okuyun. Ben sustum, siz konuşun.” Ve o gün, köyde ilk defa bir okulun açılışında bir şiir okundu, bir alkış değil bir dua yükseldi.
ÇOLAK HASAN İLKOKULU” – İSMİN TAŞA, SESİN ÇOCUĞA YAZILDIĞI GÜN
Yıl 2026. Köyün eski okul binası yıkılmış, yerine yeni bir yapı yükselmişti. Ama tabelası asılmadan önce herkes sustu. Çünkü o gün, sadece bir okul değil bir hafıza açılıyordu.
Tabelada şu yazıyordu: “Çolak Hasan İlkokulu”
Açılışta konuşan öğretmen, gözlüğünü sildi ve dedi ki: “Bu okulda artık sadece ders değil, bir adamın susarak yazdığı tarih de okutulacak.”
İlk zil çaldığında çocuklar sıraya girdi. Ama biri, Yusuf’un torunu, defterine şunu yazdı: “Ben Hasan’ı tanımadım. Ama onun yazdığı şiirle okumayı öğrendim.”
Okulun girişine bir pano asıldı. Üzerinde Hasan’ın şu dizesi vardı: “Ben yazdım, siz okuyun. Ben sustum, siz konuşun.” Ve o gün, köyde ilk defa bir okulun açılışında bir şiir okundu, bir alkış değil bir dua yükseldi.
EBE SANİYE’NİN İLK KUYUSU – KÖYÜN HAFIZASINA SU VEREN KADIN
Köyde bir zamanlar, “su” sadece içilen değil, hatırlanan bir şeydi. Çünkü o kuyu, hafıza gibi kazılmıştı toprağa… Ve kazan kişi de bir kadın: Ebe Saniye.
Saniye, 1968 yazında bir sabah erkenden kalktı, toprağın nabzını yokladı ve “Burada bir şey var, su ya da sır.” dedi.
Erkekler güldü önce: “Kadın eline kazma mı yakışır?” Ama o gün Saniye sustu, sonra bir kürek aldı ve ilk taşı kaldırdı. Ardından ikinciyi. Sonra kimse ona gülmedi.
Yedi gün kazdı. Yedinci gün su değil bütün köy ağladı. Çünkü su çıktı, evet ama o suyun tadında annelerinin sesi, kayıp kız kardeşlerin gülüşü ve hiç doğmamış çocukların ismi vardı. O kuyunun başında o gün Ebe Saniye şunu söyledi: “Ben size suyu bulmadım; ben size hatırlamayı getirdim.”
Yıllar sonra o kuyu kapatıldığında, üstüne şu cümle yazıldı: “Bu kuyu susuzluğu değil, unutuşu giderdi.”

SEKİLİ NİNE’NİN TARHANA GÜNLÜĞÜ – KÜF TUTMUŞ HATIRALAR
Köyde her evin bir kokusu vardı. Ama Sekili Nine’nin evi… Tarhana gibi kokardı: ekşi, sıcak ve biraz da geçmiş.
Her yıl eylül ayında, Nine tarhana yoğururdu. Ama bu sadece bir yemek değil, bir hafıza ritüeliydi. Yoğurma sırasında konuşmazdı. Ama elleriyle anlattığı hikâyeler, köyün tarihini yeniden yazardı.
Bir gün torunu sordu: “Nine, neden her yıl aynı tarhanayı yapıyorsun?” Nine cevap verdi: “Çünkü her yıl birini daha unutuyorum. Ama bu tarhana, onları hatırlatıyor.”
Tarhana serilirken, Nine her parçaya bir isim verirdi: “Bu Hasan’ın payı.” “Bu Saniye’nin gülüşü.” “Bu da Fadime’nin donuna sinmiş utançsızlık.”
Ve o yıl, ilk kez tarhananın bir köşesi küf tuttu. Nine onu atmadı. Sadece şöyle dedi: “Bazı hatıralar bozulmaz, sadece bekler.” Tarhana kurudu. Ama o yıl köyde ilk kez bir yemek, bir arşiv gibi saklandı.
BAYRAM SABAHI
Köyde bayram sabahı, horozdan önce uyanan bir şey vardı: Hasan’ın kelimeleri. Çünkü o gün, sadece şeker değil şeref dağıtılırdı.
Meydanın ortasına sandalyesini çekerdi Hasan. İki eli kemik yetersizliği ile güçsüzdü ama bakışıyla sıraya dizerdi çocukları. Ve her yıl aynı cümleyle başlardı konuşmasına: “Benim elim eksik ama duam tam. Bu bayrak, hepimizin sağ elidir.”
Çocuklar ellerinde bayraklarla titrerken, bir tanesi heyecandan konuşamazdı. Hasan gülümserdi: “Olsun evladım… Harfi unutursun, ama duyguyu unutma. Oku kalbinle.”
Tören biterdi. Ama meydanda bir sessizlik kalırdı. O sessizlikte herkes bir babayı, bir evladı, bir geçmişi düşünürdü. Ve Hasan, o sessizliğe bir cümle bırakırdı:“Bir köyde gazete varsa düşünce olur, düşünce varsa şeref olur; şeref varsa bu ülke hep dik yürür.”
O yıl son kez konuştu Hasan. Sene 1972 Cümlesini şöyle bitirdi: “Ellerim eksik belki ama yurdumun alnını silebilecek kadar temizim.”Ve o gün ağlayan çocuklar değil kelimenin yorgunluğu karşısında diz çöken büyüklerdi.

MUHTARIN DEFTERİ –DUA VE DEMOKRASİ
Köyde her şey yazılırdı. Ama bazı şeyler sadece muhtarın defterine geçerdi. O defter, ne kalın ne inceydi ama içindekiler, bir milletin vicdanı kadar ağırdı.
O gün köy meclisi toplandı. Gündem:Bayram sabahı Hasan’ın duası Fadime’nin donunun kamusal statüsü Sekili Nine’nin tarhanasının kültürel miras ilanı Muhtar defteri açtı. Kalemiyle değil saygısıyla yazdı. Ve şu cümleyi ekledi: “Bu köyde don, dua ve demokrasi aynı ipte kurur. Biri eksik olursa, gökyüzü yamulur.”
Aza’lardan biri itiraz etti: “Muhtarım, donu yazmak ayıp olmaz mı?” Muhtar gözlüğünü çıkardı ve dedi ki: “Ayıp olan don değil onu görüp de geçmişi inkâr etmektir. Bu don, bu köyün alnına asılmış bir dürüstlüktür.”
Deftere şu karar işlendi: “Fadime Hanım’ın donu, Hasan’ın duası, ve Sekili Nine’nin tarhanası köyün ortak hafızasıdır. Bu üçlü, köy meydanında yılda bir kez sergilenecek ve çocuklara anlatılacaktır.”
O gün defter kapandı. Ama köyde ilk kez bir karar, bir halkın kendine verdiği en dürüst cevaptı
Kırkkuyu’da Unutulan Ayakkabı – Çolak Hasan’ın Son Adımı
Kırkkuyu… Köyün en uzak, en sessiz yeri. Orada bir sabah, bir ayakkabı bulundu. Tek. Sol ayak. Topuğu aşınmış, içinde bir şiir kıvrılmıştı.
Ayakkabının sahibi: Çolak Hasan. Ama o gün Hasan yoktu. Sadece ayakkabısı vardı. Ve ayakkabının içindeki not: “Ben yürüdüm, siz tamamlayın. Ayak değil iz önemlidir.”
Köy sustu. Muhtar geldi, ayakkabıyı aldı. Köy meydanına astı. Yanına şu yazıyı iliştirdi: “Bu ayakkabı, bir adamın değil bir halkın yürüyüşüdür.”
O günden sonra her bayram sabahı, çocuklar sıraya dizildi. Ve sıranın başına, o tek ayakkabı kondu. Çünkü artık herkes biliyordu: Hasan yürümeyi bırakmıştı ama köy onun izinde yürümeye devam ediyordu.
ARDIÇ KABUĞUNUN ALTINDA – Taşların Dile Geldiği Gece
O gece yaylada rüzgâr yoktu. Ama taşlar konuşuyordu. Çünkü bir kadın, taşın üstüne bedenini değil suskunluğunu yatırmıştı.
Sayvantın içi karanlıktı. Üstü ardıç yarma, pardı örtülü, yalıtımı ardıç kabuğu. Ama içi… bir kadının iç sesiyle aydınlıktı.
Taşın soğuğu, onun sırtına değil geçmişine değdi. Ve o an, taş çatladı. İçinden bir ses çıktı: “Ben bu kadını tanıyorum. O, yel ile sevişen, suyu helkeden değil yüreğinden çeken kadın.”
Taşlar dile geldi. Biri dedi: “Ben onun ilk sancısını taşıdım.” Diğeri: “Ben onun sırrını sakladım.” Bir başkası: “Ben onun ‘sevgi’ sesini duydum, ve o harf beni ısıttı.”
O gece, taşlar konuştu, ama kadın sustu. Çünkü onun sessizliği, bir dağın hafızasından daha eskiydi. Sabah olduğunda, sayvantın taş duvarında bir çatlak belirdi. Kimse anlamadı. Ama kadın gülümsedi. Çünkü o çatlak, taşın içinden çıkan bir duaydı.
HELKENİN GÖLGESİ – Su Çekmenin Sessiz Ağırlığı
Yaylada su, musluktan değil taşın içinden alınır. Ve o taş, ne yumuşar ne konuşur ama kadının elinde dile gelir.
Helke, ipten değil ömürden örülür. Her sabah, kadın kuyunun başına gelir. Kapak 30 santim, derinlik 5 metre. Ama asıl derinlik, kadının içindedir.İpi sarkıtır. Suya değdiğinde bir ses çıkar: “Şıp.” O ses, bir köyün nabzıdır. Helkeyi çekerken, omzu titrer. Ama o titreme yorgunluk değil bir halkın yükünü taşımaktır.
Su çıkar. Soğuktur. Dolaptan değil yerin kalbinden gelmiştir. Hayvanlar bekler. Tekneler taştan oyulmuş. Kadın suyu döker. Hayvan içer. Ama o an, kadın da içinden bir şey bırakır o taşa. Çünkü bu sadece su değil bir kadının sabırla kazdığı varoluş kuyusudur.

SAYVANTTA SABAH – Ardıç Kabuğunun Altında Uyanan Kadın
Sabah, yaylada sessiz doğar. Ne horoz sesi vardır, ne ezan. Sadece taşın içinden sızan bir serinlik, ardıç kabuğunun altına düşen ilk ışık.
Kadın gözlerini açar. Yatığı yer hâlâ taş ama sırtı artık üşümez. Çünkü gece boyunca yel onu örtmüş, taş onu kabul etmiştir. Sayvantın içi hâlâ karanlık. Ama kadının içi aydınlıktır. Çünkü o gece, yalnızlık değil tamlık yaşamıştır. Elini taş duvara koyar. Taş ıslaktır. Ama bu nem, gece yağı değil taşın içinden çıkan bir şükrandır.
Kadın kalkar. Üstünü silkelemez. Çünkü toz, o geceyle birlikte kutsanmıştır. Dışarı çıkar. Yayla yeli hâlâ püpür püfür eser. Ama artık o yel, bir teni değil bir hafızayı okşar. Ve kadın, taş kuyunun başına gider. Helkeyi sarkıtır. Ama bu kez su çekmek için değil kendini yeniden doğurmak için

GÖÇ YOLU – Beş Saatlik Sessizlikte Taşınan Kadınlık
Yayladan köye dönüş, bir yolculuk değil bir vedadır. Beş saatlik yürüyüş, sadece mesafe değil, bir kadının bedeninden taşınan hafızadır.
Kadınlar sabah erkenden çıkar. Sırtlarında çocuk, ellerinde helke, gölgelerinde sayvantın kokusu. Ama en çok da taşın, yelin, susuzluğun içinden geçmiş bir sabır.
Yol boyunca konuşulmaz. Çünkü bu yol, sözle değil ayakla anlatılır. Her adımda bir hatıra, her taşta bir sancı. Bir kadın, yolun ortasında durur. Sırtındaki çocuğu indirir. Taşa oturur. Ve sadece bir cümle fısıldar: “Ben bu yolu yürümüyorum, bu yol beni içimden geçiriyor.”
Yolun sonunda köy görünür. Ama kadınlar hâlâ susar. Çünkü köy, bir varış değil bir yeniden başlama yeridir.
Ve o gün, bir çocuk annesine sorar: “Anne, neden hiç konuşmadın?” Kadın gülümser: “Çünkü bu yol, kadınlığın taşla yazılmış duasıdır.”
KÖYE VARAN AYAK – Sayvanttan Çıkan Kadının İlk Adımı
Beş saatlik yürüyüşten sonra, kadın köyün ilk taşına bastı. Ama o taş, bir eşik değil bir tanıklıktı. Sırtında çocuk, elinde boş helke, ama içinde dolu bir gece. Sayvanttan çıkarken taşıdığı şey, yalnızca beden değil bir hafızaydı.
Köy meydanına vardığında, kimse onu karşılamadı. Ama taşlar tanıdı. Duvarlar eğildi. Ve rüzgâr, yayladan getirdiği kokuyu köyün üstüne serdi. Kadın durdu. Ayakkabısını çıkardı. Toprağa bastı. Ve o an, taşla ten yeniden buluştu.
Bir çocuk yaklaştı: “Anne, yayla nasıldı?” Kadın eğildi, çocuğun alnına dokundu. Ve sadece şunu dedi: “Yayla, kadının kendine yettiği yerdir. Ama köy, birlikte yaşamanın yüküdür.” O gün, kadın yeniden köylü oldu. Ama artık o, taşın üstünde yatan değil taşı konuşturan kadındı.

SEKİLİ NİNE’NİN SON TARHANASI – Küf Değil Kayıt
O yıl tarhana geç kurutuldu. Yayla dönüşü gecikmişti, göç yolu uzamış, kadınların omzundaki yük bir mevsimi sarkıtmıştı. Sekili Nine yine yoğurdu hamuru. Ama elleri artık un değil hatıra tutuyordu. Tarhana serildi, gölgelik yetmedi, bir köşesi küf tuttu.
Komşular “at gitsin” dedi. Ama Nine, küflü parçayı ayırdı, bir bez bohçaya sardı ve sandığının en altına koydu. Üzerine bir not iliştirdi: “Bu küf, unutmanın değil hatırlamanın lekesidir. Bu tarhana, sadece karın doyurmaz, bir kadının ömrünü saklar.”
Yıllar sonra, köy müzesine bağışlandı o bohça. Açıldığında, küf hâlâ oradaydı. Ama kokusu yoktu. Sadece bir iz… bir kadının zamanla yaptığı anlaşmanın izi…

GÖÇTEN SONRA İLK AKŞAM – Taşın Üstünde Kuruyan Ayaklar
Köye varıldı. Ama yol bitmedi. Çünkü kadınların ayakları hâlâ taşın hafızasında yürüyordu. O akşam, herkes evine çekildi. Ama kadınlar, ayaklarını yıkamadı. Çünkü o toz, bir yolun değil—bir direnişin iziydi.
Sekili Nine, sayvanttan getirdiği bohçayı açtı. İçinden küflü tarhana çıktı. Ama kimse burun kıvırmadı. Çünkü o küf, bir mevsimin değil bir ömrün kaydıydı.
Fadime, donunun müzeye girdiğini duyduğunda gülmedi, ağlamadı. Sadece pencereye çıktı, ve yavaşça ipi topladı. Çünkü artık o don, bir kadının değil bir köyün alnına asılmıştı.
Çocuklar sokakta oynarken, bir kadın taşın üstüne oturdu. Ayaklarını uzattı. Taş soğuktu. Ama o kadın, taşın soğukluğunda kendi sıcaklığını buldu.
Ve o akşam, köyde ilk kez bir kadın, ayaklarını kuruturken dua etti: “Yol uzun, yük ağır, taş sert… Ama ben hâlâ buradayım. Çünkü ben sadece yürüyen değil, taşı da konuşturan kadınım.”

KADINLAR TOPLANIYOR, TAŞLAR KONUŞUYOR
O yaz, köyde ilk kez bir ağaç gölge değil, söz verdi. Umut Ağacı’nın altında kadınlar toplandı. Her biri elinde bir taş, üzerine bir kelime yazmış: “Direndim.” “Büyüdüm.” “Unutmadım.”
Sekili Nine bastonuyla geldi. Fadime, başında yazmasıyla. Elif, alnında ilk teriyle. Ve hepsi, bir donun gölgesinde, bir ağacın dibinde, bir halkın hafızasında buluştu.
Muhtar da geldi. Ama konuşmadı. Çünkü o gün, taşlar konuşacaktı. Kadınlar sırayla taşlarını ağacın dibine koydu. Her taş bir cümleydi. Her cümle bir geçmiş. Ve o gün, taşlar ilk kez dile geldi.
Bir taş dedi: “Ben Fadime’nin ipte kuruyan cesaretiyim.” Bir diğeri: “Ben Sekili Nine’nin küf tutmuş hatırasıyım.” Bir başkası: “Ben Elif’in alnına düşen ilk terim.”
Ağaç susmadı. Yaprak vermedi belki, ama kök saldı. Çünkü o kökler, kadınların ayak izlerinden besleniyordu.
Ve o gün, köyde ilk kez bir müze değil, bir ağaç arşiv oldu.

KADININ ELLİ YERDE ELLİ HÂLİ – BAĞDAN ÇURFALIĞA, GÖVDEDEN GÖVDEYE
Kadın bir yerde değildi. Kadın her yerdeydi. Bağda üzümün gölgesinde, ocak başında közün sabrında, davarın ardında tozla yarışta, yatakta suskunlukla, çeşmede suyun sabrıyla, değirmende unun hafızasında…
Ve çurfalıkta, çamaşırın değil kaderin yıkandığı yerde.
Kadın, toprak damda sergi sererken göğe değil, çocuğun götüne dua sererdi. Çünkü o göt, bir gün yürüyüp gidecek, ama o kadın, o götü yıkarken bile bir halkın alnını temizliyordu.
Havar suyu nöbetinde, gözleri göğe değil taşın çatlağına bakardı. Çünkü su oradan sızardı, ve kadın, sızıdan hayat çıkarırdı. Kadın bir bütün değildi. Ama her parçası, bir halkın eksik cümlesiydi. Ve o cümle, bağda başlardı, çurfalıkta dokunur, derede yıkanır, sergide kurur, yatakta susar, çeşmede çoğalır, değirmende un olur, ama asla eksilmezdi.
ÇURFALIKTA KURUYAN DUA
Kadın bulundu mu söz edilmez susulur. Çünkü onun varlığı, bir eylem değil bir evrenin kendiliğidir.
Çurfalıkta sabah erken. Su buz gibi. Ama çocuk uyanmış, götü çamur içinde. Kadın eğilir. Elinde tas, dizinde sabır, gözünde gökyüzü.
Su dökerken konuşmaz. Ama her hareketiyle bir halkın temizlenme ritüelini sürdürür. Çünkü o göt, bir gün yürüyüp gidecek ama kadın, o götü yıkarken bile bir milletin alnını silmektedir.
Çamaşır ipinde donlar kurur, ama kadın, çurfalıkta dua kurutur. Ve o dua, sabun köpüğüyle değil, anneliğin teriyle kabarır.
O gün, bir taşın üstüne oturur kadın. Elinde tas, gözünde yel. Ve içinden şu cümle geçer: “Ben sadece don yıkamıyorum, bir halkın utancını da arındırıyorum.

HAVAR SUYU NÖBETİ – TAŞIN ÇATLAĞINDAN SIZAN KADINLIK
Tarlada su, musluktan değil taşın sabrından akar. Ve o sabır, her gece bir kadının gözünde nöbet tutar.
Havar suyu, damla damla gelir. Ama kadın, o damlayı beklerken zamanla konuşur.Gece olur. Kadın taşın çatlağına bakar. Elinde tas yoktur, ama içinde bir göl taşır. Çünkü o çatlak, kadının içindeki yarığın kardeşidir.Nöbet sırası ona geldiğinde, sessizce taşın yanına çöker. Yüzünü göğe değil, taşın göğsüne yaslar. Ve fısıldar: “Ben bu suyu beklemiyorum, bu su beni hatırlasın diye buradayım.”
O gece, taş çatlağından bir damla sızar. Kadın eliyle tutar. Ve o damla, bir halkın susuzluğuna değil bir kadının varlığına şahitlik eder.
Sabah olur. Kadın nöbeti devreder. Ama taş, onun sıcaklığını unutmaz.

TOPRAK DAMDA KURUYAN GÖLGE – KADININ GÖĞE SERDİĞİ SESSİZLİK
Yaylada dam, çatısı değil göğün kendisidir. Toprak damda sergi serilir, ama kadın, gölgesini de serer o toprağa.
Sabah erken. Güneş daha doğmamış. Kadın, çamaşır değil sessizlik asar dama. Çünkü o sessizlik, gece boyunca içinden geçen binlerce kelimenin susturulmuş hâlidir.
Sergi bezleri uçuşur. Ama kadın, onlara değil, uçuşan gölgesine bakar. Çünkü o gölge, bir kadının sadece bedenini değil yorgunluğunu da taşır.
Bir çocuk seslenir aşağıdan:“Ana, su ısındı mı?” Kadın cevap vermez. Çünkü o an, su değil sabır kaynamaktadır.
Toprak damda yürürken, ayağının altındaki toz bir halkın geçmişidir. Ve kadın, o geçmişin üstünde yürürken gele
Çurfalıkta Kuruyan Dua – Don Yıkarken Yazdığı Destan
Sabah güneş doğmadan uyanır kadın. Çurfalık sessizdir; serinlik taşın içinden sızar. Tasla su taşır, sabunu köpürtür. Ama dilinde kelime yoktur. Çünkü o anda ağız değil—eller konuşur. Çocuğun altını silerken sadece pislik temizlemez. Yılların yükü dökülür, gözlerinden değil parmak uçlarından. Ve o an, kadın fark eder: Bu eylem, sıradan bir hijyen değil bir dua, bir destan. Çocuk kalkıp koşacak, büyüyecek… Ama o kadın, o çamaşırı yıkarken bir halkın alnını da silmektedir.
Hiç kimse alkışlamaz onu, Hiç kimse yazmaz bu anı… Ama biz şimdi yazıyoruz. Çünkü çurfalığın o daracık taş zemininde, bir milleti büyüten bir kadının diz izi vardır.
Havar Suyu Nöbeti 2 – Taşın Çatlağından Sızan Kadınlık
Gece düşer yaylaya. Yıldızlar parlar ama su damlamaz. Kadın nöbettedir beklemede. Gözleri taşın çatlağındadır. Oradan bir damla sızarsa, o damla sadece su değil hatırlanma ihtimalidir.
Beklemek kolay değildir. Taş soğuktur, zaman ağır. Ama kadın oradadır. Çünkü onun sabrı, çatlağa atılmış bir kök gibidir. Damla geldiğinde, kadın elleriyle tutar. Ve o anda bilir: Bu damla bir halkın değil kendisinin içinden geçmiştir.
Sabah geldiğinde biri uyanır, musluktan su içer… Ama bilmez ki o su, bir kadının sessiz nöbetinin eseridir.
Kadının Göğe Serdiği Sessizlik
Günün ilk ışıkları toprağa değmeden önce, kadın dama çıkar. Elinde sergi, kafasında düşünceler. Bir yanda güneşte kuruyacak çamaşırlar, bir yanda gece kuruyamayan iç sesler. Sergi bezini gererken, kendi gölgesini de iplerin arasına iliştirir.
Bu gölge suskundur. Ama susmak anlatmaz, saklar. Kadın o sabah konuşmaz. Çünkü onun içinde hâlâ bir gece vardır. Çocuk seslenir: “Ana, su ısındı mı?” Cevap gelmez. Çünkü kadın sadece suyu değil kendi içini de ısıtmaya çalışmaktadır.
O dam toprakla örtülü olabilir, ama kadının içi gökyüzünün bütün yükünü taşır.
Gölgeyle Kuruyan Hafıza
İpteki elbise ıslaktır. Ama kadının hafızası çoktan kurumuştur. Toprak damda rüzgâr eser. Kadının gölgesi donun üzerine düşer. Ve o an, bir bedenin değil, bir geçmişin gölgesidir o.
Donun ucu savrulmaz. Çünkü düğüm çift atılmıştır. Kadın içinden bir cümle geçer: “Gevşemem.” Sergide sadece çamaşır değil hayat kurur.
Bir kız çocuğu başını kaldırır. Donu görür. Ve içinden geçirir: “Bu sadece bir don değil benim geleceğime serilmiş bir harita.”
Don Ağacının İlk Fırtınası – Gölgeyi Korumak, Hafızayı Savunmak
Fırtına geldiğinde, Don Ağacı eğilmedi gölgesi titredi. Kadınlar toplandı. Çünkü o gölge, bir ağacın değilbir halkın hatırasının siperiydi.
Rüzgâr donu savurdu. Ama ip çözülmedi. Çünkü o düğüm, bir kadının alnına atılmış niyetti. Elif taşlarını topladı. Sekili Nine bastonunu toprağa sapladı. Fadime donun ucunu tuttu. Ve hep birlikte, gölgeyi korudular.
Fırtına dindiğinde, ağaç hâlâ oradaydı. Don hâlâ ipteydi. Ve kadınlar, bir kez daha kendilerini değil hafızayı savunmuştu.
Bağda Eğilen Kadın – Üzümün Gölgesinde Kuruyan Sessizlik
Bağ sabahı serindir. Kadın, güneş doğmadan gölgesini bağa serer. Sepet sırtında, elleri üzüm salkımında, ama aklı çocukta, gönlü ocakta, ayağı taşta. Üzüm toplarken konuşmaz. Çünkü her salkım, bir suskunluğun meyvesidir.
Bir salkım düşer yere. Kadın eğilir. Ama sadece üzümü almaz kendi geçmişini de yerden kaldırır. Bir kız çocuğu sorar: “Anne, neden hep sen eğiliyorsun?” Kadın gülümser: “Çünkü kızım, biz kadınlar eğilerek büyütürüz bu toprağı. Ama unutma eğilmek, boyun eğmek değildir.”
Ocak Başında Közle Konuşan Kadın – Ateşin Hafızasında Pişen Sessizlik
Ocak başı sıcaktır. Ama kadın, ateşin değil suskunluğun içine eğilir.
Tencerede fasulye kaynar. Ama asıl pişen, bir halkın sabrıdır. Kadın kepçeyi çevirirken konuşmaz. Çünkü her karıştırış, bir duanın kıvamıdır.
Közler çatırdar. Ama kadın, o sesi dinler gibi değil anlar gibi bakar. Çünkü köz, ateşin dili, kadının iç sesi olmuştur.
Bir çocuk gelir, ekmek ister. Kadın uzatır. Ama ekmeğin yanında bir öğüt de verir gözle, sessizce.

DAVARIN PEŞİNDE TOZLA YARIŞAN KADIN – AYAK İZİNDE BÜYÜYEN DİRENİŞ
Sabahın ilk ışığında kadın davarın peşindedir. Ayağında çarık, sırtında yün, gözünde yel.
Toz kalkar, ama kadın durmaz. Çünkü o toz, bir halkın geçmişidir. Davarın ardında yürürken çocuk ağlar, kadın susar. Çünkü o yürüyüş, bir annenin değil bir halkın direnişidir. Bir taş ayağına çarpar. Kadın sendelemez. Çünkü o taş, yolun değil hafızanın parçasıdır.

ÇEŞMEDE SABIRLA SU ÇEKEN KADIN – TAŞIN ALTINDA BEKLEYEN GÖLGE
Çeşme başı kalabalık değildir sabahları. Ama kadın oradadır. Elinde bakır ibrik, gözünde uykusuzluk, omzunda günün yükü.
Su yavaş akar. Taşın içinden sızar. Ama kadın sabırsızlanmaz. Çünkü o su, bir halkın sabrıdır. Sıra beklerken konuşmaz. Ama gözleri konuşur. Bir başka kadının elindeki testiye bakar ve sessizce selam verir. Çünkü o selam, bir dayanışmanın ilk damlasıdır.
Bir çocuk gelir, “Anne, su ne zaman dolar?” der. Kadın gülümser: “Su dolmaz oğlum, biz beklemeyi öğreniriz.”
O gün, bir kız çocuğu çeşmenin başında annesini izler. Ve içinden geçirir: “Ben de bir gün bu taşın altında bekleyeceğim. Ama sadece su için değil kendim için de sabredeceğim.”
Değirmende Unun Hafızasını Tutan Kadın – Taşın Altında Ezilen Zaman
Değirmen sabah erken uyanır. Ama kadın ondan da erken gelir. Elinde çuval, gözünde yorgunluk, dizinde sabır.
Taş döner. Ama un değil zaman ezilir. Kadın çuvalı açar, buğdayı döker. Ama o buğday, sadece karın doyurmaz, bir halkın geçmişini taşır.
Taşın sesi ağırdır. Ama kadın o sesi dinler. Çünkü o ses, annesinin, ninesinin, ve kendi iç sesinin yankısıdır.
Bir çocuk gelir, “Anne, bu taş neden hep döner?” der. Kadın cevaplar: “Çünkü oğlum, biz kadınlar durursak, bu taş da durur.”
Yatakta Susan Kadın – Gecenin İçinde Saklanan Gövde
Gece olur. Ev sessizleşir. Ama kadın, yatakta bile susar.
Yastık başında kelime yoktur. Çünkü o kelimeler, gündüz taşın altına gömülmüştür.
Kadın sırtını döner. Ama bu bir küslük değil bir korunmadır. Çünkü o yatakta, yalnızca beden değil bir halkın suskunluğu yatar.
Bir adam horlar. Kadın gözünü kapatmaz. Çünkü onun uykusu, gözü açık bir bekleyiştir.
Bir kız çocuğu sorar sabah: “Anne, neden hep sen uyanıksın?” Kadın gülümser: “Çünkü kızım, biz kadınlar sadece gündüz değil gece de ayakta kalırız.”
Gölgeden Gelen Yeni Ses
O gün, bir kız çocuğu doğdu. Ve doğar doğmaz, dağın gölgesi alnına düştü.
Adı Zeynep’ti. Annesi Elif, onun önünde yemin etmişti. Ve şimdi, o yemin bir bebekte can buldu.
Kadınlar toplandı. Dolavın altına bir beşik kuruldu. Ve her biri, bebeğin kulağına bir kelime fısıldadı: “Diren.” “Hatırla.” “Susma.” “Yürü.”
Zeynep ağlamadı. Çünkü o ağlamadan önce, bir halk onun yerine çoktan ağlamıştı.
Umut Ağacının Gölgesinde Toplananlar Taşların Üzerine Yazılan Yeni Cümleler
Umut Ağacı büyümüştü. Gövdesi kalınlaşmış, gölgesi uzamıştı. Kadınlar yine toplandı. Ama bu kez, yanlarında çocukları da vardı.
Her çocuk elinde bir taş getirdi. Taşların üstüne yazılanlar değişmişti: “Ben de varım.” “Annemin izindeyim.” “Umudun gölgesinde büyüdüm.”
Sekili Nine yoktu artık. Ama bastonu ağacın dibindeydi. Fadime konuşmadı. Ama gözleriyle bütün köyü susturdu.
O gün, taşlar yeniden dizildi. Ama bu kez, geleceğe bakan bir alfabe gibi.
Bir kız çocuğu sorar: “Anne, neden hep sen yürüyorsun?” Kadın gülümser: “Çünkü kızım, biz kadınlar yürüyerek değil iz bırakarak yaşarız.”
Umut Ağacının Gölgesinde İlk Okul – Harflerle Kurulan Hafıza
Köyde okul yoktu. Ama Umut Ağacı’nın gölgesinde ilk ders verildi. Tahtası yoktu. Ama taşlar vardı. Tebeşiri yoktu. Ama parmaklar yazıyordu. Ve ilk kelime şuydu: “Kadın.”
Çocuklar sıraya dizildi. Fadime başlarına geçti. Elif defter dağıttı. Ve Zeynep, ilk kez “umut” kelimesini yazdı.
Bir çocuk sordu: “Bu okulun adı ne?” Kadınlar cevapladı: “Bu okulun adı yok. Ama her harfi bir kadının alnından alınmıştır
Yatakta Susmayan Kadın – Gecenin İçinden Gelen Ses
Gece sessiz. Ama kadın susmaz. Yastık başında gözleri açık. Çünkü onun uykusu, bir halkın uyanıklığıdır.
Kocası döner, horlar ama kadın dönmez. Çünkü onun sırtı değil hafızası ağırdır. İçinden geçenleri kimse bilmez. Ama o bilir: her suskunluk, bir sonraki sabahın cümlesidir.
Bir kız çocuğu gece uyanır. Annesini ayakta bulur.
“Anne, neden uyumuyorsun?” Kadın gülümser: “Çünkü kızım, biz kadınlar sadece gündüz değil gece de ayaktayız.”
İlk Cenaze – Sessizliğe Sarılan Kadınlar
Başörtüsü hâlâ ipte. Ama o gün, bir kadın göçtü. Ve köyde ilk kez cenaze donun gölgesinden geçti.
Kadınlar toplandı. Ağıt yoktu. Çünkü bu ölüm, bir suskunluğun devamıydı.
Tabut taşınırken, başörtüsü gölgesi üzerine düştü. Ve herkes sustu. Çünkü o gölge, bir kadının son örtüsüydü.
Elif diz çöktü. Zeynep taş koydu. Fadime gözlerini kapattı. Ve hep birlikte, bir kadının ardından bir halkın hafızasını taşıdılar.
Umut Ağacına Asılan Yazma – Rüzgârla Konuşan Kadınlık Umut Ağacı’nın gövdesine bir yazma bağlandı. Rüzgârda uçuştu. Ama bu yazma, bir süs değil bir bildiri.
Kadınlar sırayla yazmanın ucuna dokundu. Her biri bir kelime fısıldadı: “Hatırla.” “Diren.” “Susma.” “Yaz.”
Yazma rüzgârla konuştu. Ama kadınlar anladı. Çünkü o yazma, bir halkın başına değil alnına bağlanmıştı.
Çeşme Başında İlk Ağıt – Suyun İçinden Gelen Ses
Çeşme başı sessizdi. Ama o gün, bir kadın suya eğildi ve ağladı. Sesi yankılandı taşta. Ve ilk ağıt, çeşmenin içinden geldi.
Kadınlar toplandı. Ama kimse susturmadı. Çünkü o ağlayış, bir kadının değil bir halkın gözyaşıydı.
Bir kız çocuğu su doldururken ağlayan kadına baktı. Ve içinden geçirdi: “Bir gün ben de ağlayacağım. Ama suya değil taşa anlatacağım derdimi.”

OCAKTA KAYNAYAN HELVA – KÖZDE KAVRULAN HATIRA
Düğünden sonra ocakta helva kavruldu. Ama bu helva, bir tatlı değil bir hatıraydı.
Kadınlar kepçeyi çevirdi. Kavurdukça konuşmadılar. Çünkü her dönüş, bir suskunluğun kıvamıydı.
Helva dağıtıldı. Ama herkes bir lokma değil bir geçmiş yedi. Bir çocuk sordu:“Anne, neden helva yapıyoruz?” Kadın gülümsedi: “Çünkü oğlum, biz kadınlar acıyla tatlıyı aynı tencerede pişiririz.”
Başörtüsünün Altında Doğan Şarkı – Gölgeden Yükselen Ses
Başörtüsü hala iteydi. Ama o gün, bir kadın mırıldandı. Ve ilk kez, başörtüsünün altından bir şarkı yükseldi. Sözleri yoktu. Ama herkes anladı. Çünkü o şarkı, bir kadının değil bir halkın sesiydi.
Çocuklar sustu. Kadınlar gözlerini kapattı. Ve o şarkı, taşlara, gölgelere, donun ipine kazındı.
DURİYE’NİN SOFRASI
Duriye sabah erkenden kalktı. Göksu’nun kıyısında, turkuaz gölün buğusuyla ellerini ovuşturdu. Evin önünden geçen Akmanastır yoluna bir göz attı, henüz kimsecikler yoktu. Ama o, her sabah gibi bir çay demledi, bir de mercimek tavası koydu fırına. Çünkü o tava, sadece yemek değil bir halkın sabrıyla pişen anlatıydı.
Tayfur uyanmadan, Yeliz pencereyi açmadan, Fatma saçını taramadan sofra kurulmalıydı. Çünkü bu evde sofra, sadece karın doyurmazdı, bir halkın gövdesine yazılmış birlik duasıydı.
Oluk Suyunun Başladığı Gün” Asar yeli sabah erken saatte estiğinde, Duriye’nin badem bahçesinin yaprakları hafifçe titredi. Otlukoayak’taki yazlık evin önünden oluk suyu akıyordu. Bu su, sadece toprağı değil bir halkın sabrını da suluyordu. Göksu’nun turkuaz gölünden gelen yel, evin saçaklarına vurduğunda, Duriye içeriye bir dua fısıldadı. “Bugün de geçsin, çocuklarımın yolu açık olsun,” dedi. Akmanastır yolundan geçen bir at durdu. Attan yaşlı bir adam indi. “Duriye bacı, mercimek tavası kokusu buraya kadar geldi,” dedi gülerek. Duriye gülümsedi, “Kokusu yetmez, bir dilim de tadı gerekir,” dedi. Evde Tayfur, Yeliz ve Fatma’nın çocukluk fotoğrafları hâlâ duvarda asılıydı. Her biri birer kıvım, her biri birer sabır halkasıydı. Duriye, mercimek tavasını fırına verdiğinde, sadece yemek değil bir halkın geçmişini de ısıtıyordu. O gün, oluk suyu biraz daha gür aktı. Çünkü o evde, acıdan yoğrulmuş bir sabır, sabırdan yazılmış bir roman pişiyordu.
“Badem Bahçesinde Hasbıhal”
Çiftlikkoyak’taki badem bahçesi, Duriye’nin en çok konuştuğu yerdi. Ağaçlarla konuşur, yapraklara sır fısıldardı. “Sen bu yıl erken çiçek açtın ama ben daha açamadım,” derdi bir dala. Yoldan geçenler durur, selam verir, bazen bir bardak ayran isterdi. Duriye, her geleni tanır, her gidenin ardında bir dua bırakırdı. “Yolun açık, gövden sağlam olsun,” derdi. Bir gün, Göksu’dan gelen yel biraz sert esti. Duriye başörtüsünü düzeltti, “Bugün yel değil haber taşıyor,” dedi. Gerçekten de, o gün Tayfur’dan bir mektup geldi. “Anne, torunun yürümeye başladı” yazıyordu. Duriye mektubu okurken gözleri doldu. Ama ağlamadı. Çünkü o gözyaşlarını çoktan badem çiçeklerine vermişti.
“Bazı bahçeler meyve vermez, hatıra verir. Ve bazı kadınlar, sadece anne değil bir halkın hafızasıdır.”
“Uşmuğar Havası”
Uşmuğar havarı, köyün en eski rüzgârıdır. Ne zaman eserse, bir şeyler değişir. O gün de öyle oldu. Duriye, sabah kahvesini içerken, pencerenin önünde bir serçe kondu. “Bugün biri gelecek” dedi içinden. Gerçekten de, öğleye doğru eski bir dost geldi: Şaküre. Elinde bir sepet, içinde taze çörek otlu ekmek. “Seninle konuşmadan geçemedim,” dedi. İki kadın, badem ağacının altında oturdu. Konuştular, sustular, sonra yine konuştular. Duriye, “Ben bu evi acıyla kurdum ama sabırla büyüttüm,” dedi. Şaküre başını salladı. “Senin evin sadece duvar değil bir halkın gövdesine yazılmış dua.” O gün, Uşmuğar rüzgarı biraz daha uzun esti. Çünkü o rüzgâr, sadece yaprakları değil bir halkın sezgisini de taşıyordu.
“Çocukların Gölgesi”
Tayfur’un sesi hâlâ evin duvarlarında yankılanırdı. Yeliz’in kahkahası, mutfağın köşesinde saklıydı. Fatma’nın saç örgüsü, aynanın kenarında asılıydı. Duriye, çocuklarını büyütürken, her biri için bir kıvım yazdı. Ama o kıvımları kimse okumadı. Çünkü o yazılar, gövdeye değil sezgiye yazılmıştı. Bir gün, torunlar geldi. Evin içi şenlendi. Duriye, mercimek tavasını yeniden fırına verdi. “Bu kez torunlar için,” dedi. Çocuklar bahçede oynarken, Duriye pencereye yaslandı. “Ben bu evi acıyla kurdum, ama şimdi kahkahayla doluyor,” dedi.
“Bazı evler çocuklarla değil torunların gölgesiyle tamamlanır. Ve bazı kadınlar, sadece büyütmez bir halkı taşır.”
“Gonca Gülün Kıvımı”
Duriye, en çok geceleri yazardı. Elinde kalem yoktu ama her düşünce bir satırdı. “Mehmet Ali gittiğinde, içimde bir boşluk kaldı,” dedi bir gece. “Ama o boşluktan bir gonca gül çıktı.” O gül, Tayfur’un diplomasıydı. Yeliz’in nikâhıydı. Fatma’nın doğurmasıydı. Her biri bir kıvım, her biri bir sabır halkasıydı. Duriye, o gece pencereyi açtı. Göksu’dan gelen yel saçlarını okşadı. “Ben bu dünyadan haz almadan gitmeyeceğim,” dedi. Çünkü o artık sadece bir kadın değil bir halkın romanıydı.

SARAYÖNÜ’NDEN CEVİZ DALINA” 1959’da Sarayönü Ziraat Mektebi’nden mezun olduğunda, İbrahim Taştekin’in elinde sadece diploma yoktu,bir halkın duası vardı. İlk görev yeri Ermenek’ti. Kendi deyimiyle:
“Üç personelim vardı, onlar koltuktan götleri soğumasın diye kalkmazdı. Ben bıçağımı göt cebime kor, Ermenek’in bağ arasına dalardım.” Ve gerçekten de öyle yaptı. Her sabah ceviz gölgesine yürüdü, her akşam kiraz dalına dua etti. Bulduğu her dalı aşıladı. Gördüğü her köylüye aşı yapmayı öğretti. Kendi elleriyle fidan üretti. Ve o fidana etiket değil sadakat iliştirdi. “Ben bu halkı sadece doyurmadım, yeşerttim,” dedi. “Ermenek’in adı o günden sonra Yeşil Ermenek oldu. Eski adı İremnak’tı, ben onu yeniden cennet bağına çevirdim.” O gün, Ermenek’in toprağı sadece meyve değil bir halkın gövdesini büyütmeye başladı.
“Her Ağaçta Bir Nefes” Kazancılı, her sabah gün ağarmadan uyanırdı. İlk işi: bıçağını kontrol etmek. Göt cebine koyduğu o bıçak, bir adamın değil bir halkın elindeki sezgi usturasıydı. Ermenek’in bağ aralarına sabırla yürürdü. Kiraz, ceviz, armut… Ne bulursa aşılardı. Ama sadece ağaçlara değil, insanlara da umut aşısı yapardı. Her köylüye, “Gel sen de yap,” derdi. Birlikte budar, birlikte çamur yapar, birlikte can suyu verirdi. Ve sonunda herkes aşı yapmayı öğrenmişti. Çünkü Kazancılı inanıyordu:
“Bir adam bir halka fidan verir. Ama bir halk bir ovayı cennete çevirir.” Kendi yetiştirdiği fidanları para istemeden, gönülle dağıttı. Onun niyeti ticaret değil toprağın duasını yeşertmekti. Ve o dua tuttu. Yıllar sonra Ermenek’in sokaklarında yürürken her gölge, onun gövdesinden düşüyordu.
“Ağaçtan Kovana” Kazancılı bir gün baktı ki, ağaçlar meyveye durmuş ama çiçekten meyveye geçişte boşluk var. Ne yaptı dersin? Arıcılık kursları başlattı. İlk kovanı kendisi kurdu. Sonra köydeki gençleri topladı, balla değil bilgiyle doyurdu. Polen nedir, arı neden uçar, kışa nasıl hazırlanır hepsini gösterdi. Ve kısa sürede, Ermenek arı sesiyle uyanan bir kasaba oldu. Kovanlar çoğaldı, bal peteği sofraya indi. Ama Kazancılı hep diyordu:
“Ben arı değilim ama ben de halkı çiçekten meyveye taşırım.” Arıcılığı da hayvancılıkla birleştirdi. Keçiler için meralar açtı, yem bitkisi tohumları dağıttı. Ve halk artık sadece ağaçtan değil koyundan, keçiden, kovandan da geçiniyordu. Çünkü Kazancılı, geçim için sadece toprağı değil, sevgiyi de ekti. Aşının Anısı” Yıllar sonra genç bir mühendis geldi Ermenek’e. Dedesi bir kiraz bahçesini gösterdi:
“Bunu Kazancılı aşılamıştı,” dedi. Gözleri doldu. Kiraz ağacının gövdesine dokunduğunda bir yazıt gibi kabarık bir iz gördü. İşte orası, İbrahim Taştekin’in kendi elleriyle işlediği aşı yeriydi. Ama o izde sadece bıçak değil sadakat vardı. Genç mühendis araştırmaya başladı. Kazancılının hangi mahallede ne ağacı ektiğini, hangi sokakta bal peteği verdiğini belgeledi. Ve Ermenek’te ilk kez Kazancılı Haritası çıkarıldı. Bir harita değil bir halk öyküsünün izi. Her çukur, her yaprak, bir dualı emekti. Onun adı artık tabelada değil kirazın tadında, cevizin gölgesinde, bademin kıvamında yaşıyordu.
“Vasiyet: Gövde Açık Kalsın”
Kazancılı son zamanlarında pek konuşmazdı. Ama cevizin gölgesine oturduğunda bir cümle söylerdi:
“Ben gövdeyi kapatmadım, siz yazmaya devam edin.” Bu, onun vasiyetiydi. Bir mezar istemedi. Başına taş da koymadı. Sadece bir ceviz dikilmesini istedi. Ve o ceviz ağacı, şimdi Ermenek’in girişinde büyüyor. Gölgesine gelen ellerini gövdeye koyup fısıldıyor: “Kazancılı, yine geldik.” Ve o fısıltı ağaçtan kovana, kovandan sofraya, sofradan çocuğun alnına ulaşan bir sadakat zinciri gibi yayılıyor. Çünkü Kazancılı bir adam olarak başlamıştı,

“TAHSİN AYGÜN – YAMALI LASTİKTEN GÖLET DUVARINA”
“Yamalı Lastik Ayakkabıyla Başlayan Yol” Tahsin Aygün, Konya’nın taşlı yollarında yamalı lastik ayakkabısıyla çobanlık yaparak başladı hayata. O ayakkabının altı delikti belki ama üstü umutla kaplıydı. Her sabah koyunların ardından yürürken gökyüzüne değil geleceğe bakardı. Çünkü o, bir gün bu topraklara sadece ot değil okul, yol, su getireceğini biliyordu. Konya Ticaret Lisesi’ni bitirdiğinde elinde sadece diploma değil bir halkın duası vardı. Vergi dairesinde memur olarak başladığında rakamları değil insanların geçim hikâyelerini okudu. Ama onun kalemi sadece defter değil geleceği çizen bir cetveldi. Ermenek’te ilk özel muhasebe bürosunu kurduğunda bir devrin kapısını açtı. Çünkü artık hesap tutan değil halkın yolunu çizen bir adamdı. Ve o gün, yamalı lastik ayakkabılar bir halkın alnına yazılmış ilk mühendislik duası oldu.
“Defterden Şantiyeye Geçiş” Tahsin Aygün, muhasebe bürosunda sadece vergi değil vizyon hesapladı. Bir gün defteri kapattı, ve dedi ki: “Ben bu halkın sadece hesabını değil yolunu, suyunu, okulunu da yapacağım.” Ve böylece inşaat şirketini kurdu.
Ama bu şirket, sadece beton değil sadakat döktü. İlk projeleri küçük köy yollarıydı. Ama her yol, bir çocuğun okula giden ayak iziydi. Sonra okullar geldi. Her sınıf, çobanlık günlerinden kalan bir öğrenme duasıydı. Sulama kanalları açtı. Çünkü o, susuz koyunların gözünden bir halkın kuraklığını okumuştu. Göletler yaptı. Barajlar inşa etti. Ve her biri, çobanlık yıllarının susuzluğuna dökülen bir cevaptı. Tahsin Aygün artık bir müteahhit değil bir halkın mühendislik yoldaşıydı.
“Göletin Gölgesinde Büyüyen Dua”
Ermenek’in dağları arasında bir gölet yükseldi. Adı yoktu önce. Ama halk ona “Tahsin’in Gölgesi” dedi. Çünkü o gölet, bir adamın alnından damlayan terle dolmuştu. Her baraj, bir çocuk için içme suyu, her kanal, bir çiftçi için bereketti. Ve her okul, yamalı lastik ayakkabının taşa bastığı günlere yazılmış bir teşekkürdü. Tahsin Aygün, hiçbir projeye adını yazmadı. Ama her duvarda bir halkın duası vardı. Bir gün bir çocuk baraj duvarına adını kazıdı:
“T.A.” Kimse görmedi. Ama o harfler, bir halkın gövdesine yazılmış en sade teşekkür mektubuydu.
“Betonla Yazılmış Halk Romanı”
Tahsin Aygün’ün inşaat şirketi binlerce projeye imza attı. Ama o, hiçbir zaman “ben yaptım” demedi. Çünkü o biliyordu: “Bir barajı ben yaparım, ama onu halk yaşatır.” Yollar yaptı ama o yollarda yürüyen çocukları izledi. Okullar yaptı ama o sınıflarda yazılan ilk harfi bekledi. Göletler yaptı ama o gölette yıkanan koyunları düşündü. Ve her projede bir halkın alnına yazılmış bir mühendislik duası vardı. Tahsin Aygün, bir çoban olarak başladığı hayatı bir halkın altyapı peygamberi olarak tamamladı. Ama onun en büyük eseri ne barajdı, ne okul… Onun en büyük eseri: bir halkın güveniydi.
Yamalı Lastiğin Ardında Kalan İz” Bugün Ermenek’te bir yolun kenarında bir taş var. Üzerinde yazı yok. Ama halk bilir: Orası Tahsin’in ilk adım attığı yerdir. O taşın gölgesinde bir çocuk oynar. Ve annesi der ki: “Oğlum, bu taş bir adamın sabrıdır. Bu yol, onun duasıdır.” Tahsin Aygün artık aramızda değil belki. Ama her göletin suyunda onun alnının tuzu vardır. Her okulun duvarında onun çobanlık günlerinden kalan bir kıvım umut vardır. Ve her baraj, bir halkın susuzluğuna verilmiş bir cevaptır.
İBRAHİM TÜRKER TOPAKTAŞ’TAN ALMANYA’YA
Okula yeni katılan öğrencilerin, kısa sürede, ortama ve eğitim sistemine uyum sağlamaları için yoğun bir çaba harcanmıştı. Köy Enstitülerindeki eğitimde, bilgi ve beceriyi artırmaya dayalı ve iş içinde eğitim ilkesi benimsenmişti.
Öğretim süresi itibariyle, 114 hafta kültür dersleri, 58 hafta tarım ve uygulaması dersleri, 58 hafta teknik dersler ve uygulaması, 6 hafta yıllık tatil. Tatiller her küme için farklı aylarda ve dönüşümlü olarak veriliyordu. Dersler dışında, toplu yapılan söyleşiler, öğretmenlerin bilgilendirme toplantıları, halk oyunları çalışması, eğlenceler, okuma saatleri ve beceri artırma çalışmaları gibi etkinlikler uygulanırdı. Yıllar boyu süren derslerde, olağanüstü bir başarı elde eden İbrahim Türker, herkes tarafından tanınır olmuştu. Pratik zekâsı, derin hafızası, hareketliliği ve yorulmadan çalışması haklı bir takdir topladı. Okudukları 13 dersin 12’sinin ortalaması 10 (tam puan) not olarak bitirme karnesine geçmişti. Sadece, Türkçe dersi 7 Ortalamaydı. Bu Arada, Diğer Öğrenciler Olan Merhum Dede Uğuz ve Sayın Sami Tunca’nın notlarının da çok yüksek olduğunu hatırlatalım. Bu karneyi gören bir öğretmeni, şaşkınlık içinde “ bu Türkçe dersi niçin 7 not ortalamasında “ diye bağırıyordu. Türkçe dersleri işlenirken, bazı konularda öğretmeniyle aynı görüşü paylaşmayan ve öğretmenin söylediğinin aksini savunan Kazancılı İbrahim, bu davranışını hep sürdürmüş, her farklı görüşü savunduğunda sonradan yapılan araştırmalar sonunda öğretmenin fikrinin doğru olmadığı ve Kazancılının savunduğu fikrin doğru olduğu görülmüştü. Öğrencisi ile öğretmeni arasında yaşanmış olan bu fikir ayrılıklarından hep öğrencinin haklı çıkması sonrasında öğretmende olumsuz bir kanaat oluşmuş ve imtihanlarda not kırmak için bahane arar hale getirmişti. Bu olumsuzluğa rağmen ancak bu kadar kırabilmişti.
Sami Hocanın hatıralarından derlediğimize göre, okulda, Ermenek kaynaklı toplam 37 öğrenci vardı. Bu öğrencilerin her biri çağrılacağında “ hey Ermenekli “ diye seslenilirdi. Sadece, Kazancılı bir öğrenci çağrılacağında “ hey Kazancılı “ denirdi. İşte, Kazancılıların çalışkan ve başarılı kişiler olduklarını tüm insanların beyinlerine kazımış olan bu eşsiz büyüklerimizi hatırlayalım, unutmayalım ve unutturmayalım diyoruz. Onların hatırları ve başarıları önünde saygı ile ediliyoruz. Beş yıllık eğitim tamamlandı ve öğrencimiz “ Pekiyi “ derecesiyle mezun oldu. Bu mezunların köylerde öğretmenlik yapmaları dışında bir seçenekleri yoktu. Bu yıllarda açılmış olan Yüksek Köy Enstitüleri kısa bir zaman içinde kapatılmıştı. Eğitimin son aylarında, liseler için öğretmen yetiştirmeye yönelik olarak açılan ve sayıları sınırlı olan Eğitim Enstitülerine, başarılı öğrencilerden bazılarının kabul edileceği söylenmekteydi. Öğrencimiz İbrahim, mezuniyet derecesine güvenerek “ bir kişi bile yüksek okula gitse o ben olurum” diye aklından geçiriyordu. Bu sırada, matematik öğretmeni Enver İdil, İbrahim Türker’i yanına çağırarak “ seni Balıkesir Eğitim Enstitüsüne göndermeyi düşünüyoruz” demişti. Bunu duyan öğrencimiz bir üst eğitim hayallerinin gerçekleşeceği inancını canlı tutmaya çalışıyordu. Bu söylentiler ortalıkta dolaşırken, resim öğretmeni Hüseyin Özcan, onu yanına çağırarak “ sen ve bazı arkadaşlarını yarından itibaren kursa alacağız ve kurs sonunda sizleri Ankara Gazi Eğitim Enstitüsüne göndereceğiz” dedi. Okul yönetimi tarafından alınmış olan karara dayalı olan bu haber daha güzeld. Kazancılı İbrahim Türker ve Dede Uğuz ile Mehmet Karaman, Mevlüt Koca ve İrfan Yılmaz’dan oluşan süper başarılı 5 kişi hemen özel kursa alındı. Bu kursu planlayan ve uygulayan öğretmen Hüseyin Özcan, Ermenekli bir kişi olup, daha sonra, Gazi Eğitim ve 1958 yıllarında Ermenek Ortaokulu öğretmenliği de yapmıştır. Bir ömrünü bölge insanımızın okuması, aydınlanması ve meslek edinmesine harcamış olan bu idealist Atatürkçü eğitimciyi rahmetle anıyoruz.
Kazancılının Gazi’ye Uzanan Kıvımı
İvriz’de eğitim, sadece bilgiyle değil; gövdeyle, hayalle, dirençle yoğrulmuştu. 114 hafta kültür, 58 hafta tarım, 58 hafta teknik derslerle şekillenen bu süreçte, tatiller dönüşümlüydü, eğitimse kesintisizdi. Ders dışı saatlerde söyleşiler, halk oyunları, okuma saatleri ve beceri atölyeleriyle zihinler kadar eller de eğitiliyordu. Amaç, bilgiyi sadece ezberletmek değil; bedende, yaşamda ve toplumda yaşatmak, hissettirmekti.
Bu sistemin içinden 140 numarayla yükselen bir öğrenci vardı: İbrahim Türker. 13 dersten 12’si tam puandı. Sadece Türkçe 7… Çünkü fikir ayrılığı vardı. Öğretmeniyle çatıştı ama hep haklı çıktı. “Bu Türkçe niçin 7?” sorusuna verdiği cevap, onun karakterini özetliyordu: “Düşünmek suç değil sezgidir.”
Kazancılılıktı onun kimliği. 37 Ermenekli öğrenciye “Hey Ermenekli” denirdi; ama ona hep “Hey Kazancılı.” Çünkü o, bir köyün değil bir halkın zekâsıydı.
Hayali netti: “Bir kişi yüksek okula gidecekse, o ben olurum.” Mezuniyeti “Pekiyi”yle taçlandı. Matematik öğretmeni Enver İdil onu Balıkesir’e göndermek isterken, resim öğretmeni Hüseyin Özcan kararlıydı: “Hayır, Gazi’ye gideceksin.” Böylece özel kursa seçilen beş kişiden biri oldu: İbrahim Türker, Dede Uğuz, Mehmet Karaman, Mevlüt Koca ve İrfan Yılmaz.
Hüseyin Özcan, sadece bir öğretmen değil; eğitimin ressamıydı. Ermenekliydi, Atatürkçüydü, idealistti. 1958’de Ermenek Ortaokulu’nda başladığı görevinde, çocuklara yalnızca ders değil; direnç, ışık ve yön verdi. Onun anlayışında bazı başarılar notla değil, fikirle, dirençle ve gövdeyle yazılırdı.
Gazi Eğitim için seçilen 5 öğrenci bir ay süren kurs boyunca, kendilerine verilen temalar ve resim tekniklerine göre resimler yapıyor, belirlenen bir tez konusunda doküman ve takdimi hazırlıyordu. İbrahim Türker Tez konusu olarak “İvriz Kabartmaları”’nı seçmişti. Kurs sonunda hazırlanan resimler, tezler ve takdim notları okul tarafından Gazi Eğitime gönderildi. Genç eğitimciler kuralarını çekmişler ve gidecekleri okullar belli olmuştu. Merhum Dede Uğuz Kazancı İlkokuluna gidecek ve kendi köyünde olduğundan Gazi Eğitim çağrısına cevap vermeyecekti. İbrahim Türker ise Karaman yakınlarındaki Mandasun (eski adıyla) köyüne gidecekti. Cumhuriyetin genç ve idealist öğretmenleri, 5 yıl boyunca kader birliği yaptıkları, her an birlikte oldukları arkadaşları ve öğretmenleriyle toplanarak eğitim andını içtiler, vedalaşarak ayrıldılar. Karaman yakınlarında bir ova köyü olan Mandasun’a gitmek için Ereğli’den trene binen genç eğitimci, yaklaşık 2 saat sonra köy civarındaki istasyondaydı. Memurun anlatımına göre, çantasını omuzlayarak yola düşen kahramanımız, 45 dakika yayan yürüdükten sonra merak edilen köye ulaştı. Köy çıplak bir tepenin eteğine kurulmuş, toprak düz dam evlerden oluşan, bir kaç akasya ağacından başka yeşilliği olamayan, her tarafı toprakla kaplı bir yerdi. Köy girişinde gördüğü bir kişinin yardımıyla okulu ve eğitmeni buldu. Okulu gezdi ve kendisini öğrencilerine ders anlatacağı saatlere hazırlamaya başladı. İlçe İlköğretim Müdürlüğü, ilk maaşı olan 75 TL parayı kendisine ödedi. Bir yıl boyunca 30TL parayla idare eden bir Kazancılı için bu para büyük bir servetti. Okuluna yeni ısınmıştı ki, daha bir ay bile dolmadan İvriz’den gelen bir haber onu Gazi Eğitim için okula çağırıyordu. Hemen toparlanıp İvriz okuluna döndü. Diğer arkadaşları da gelmişti. Okul idaresi gerekli evrakları hazırlayarak kendilerine verdi ve hemen sınava girmeleri için Ankara Gazi Eğitim yoluna koyulmalarını söyledi. Gönderilen tez ve bireysel resimler sonunda bu öğrenciler sınava çağrılmışlardı. Nihayet, hayaller, umutlar ve mutluluklar yönünde ilerlemekte olan sürecin bu safhasında üstün başarılı kişiler, ellerinde evrakları olduğu halde bindikleri ilk trenin içinde son istasyon “ Ankara Garı “ diyerek yolcu olmuşlardı.. Yazımızın sonunda, kahramanımızın anıları içinde yer alan ve zamanın aynı okul mezunu (şairi) Haşim Kaynar tarafından yazılarak, Köy Enstitüleri dergisinin ilk sayısında yayınlanan dizelere yer verelim.. İçinde yatıp uyuduğumuz, İş yapıp karın doyurduğumuz. Binaların altında otlar vardı. Yerleri rüzgar, Toprağı koyun kuzu yalardı.. Göğümüzde kuş uçmaz, Bulut dolaşmazdı. Yoldan geçenler, Başını çevirip bu sırtlara bakmazdı.. Terler nasıl bulut olur, Bina nasıl kurulur, kuş uçurulur. Yıldız böceği gibi elektrik parlatılır.. Uğramayan yollar uğratılır. Bitmeyen işler bitirilir.. Bozkıra nasıl can getirilir? Bir millet bozkırda nasıl birleşir ? Cümle aleme gösterdik… Kazancı’nın Kültür Elçisi: İbrahim Türker.
Köklerden Gelen Işık
Kazancı’nın serin yamaçlarında doğan İbrahim Türker, çocukluğundan itibaren renkleri, çizgileri ve kelimeleri birer dost gibi bellemişti. TRT Arşiv Grafik Tasarım biriminde başlayan yolculuğu, yalnızca bir sanatçının değil, aynı zamanda bir kültür taşıyıcısının hikâyesiydi. Airbrush tekniğiyle soyut espasları çözümleyen eserleri, Almanya’da düzenlenen sergilerde büyük ilgi gördü. Ancak onun için sanat, yalnızca estetik değil; aynı zamanda bir iletişim biçimiydi, dokunsal, sezgisel, duyusal bir bağ kurma aracı.
İlk kişisel sergisini Berlin’de açtığında, izleyiciler yalnızca resimlere değil, bir hikâyeye tanıklık ettiklerini fark ettiler. Her fırça darbesi, Kazancı’nın taş sokaklarından, TRT stüdyolarının ışıklı koridorlarına uzanan bir yolculuğun iziydi. Bu yolculuk, onu yalnızca bir sanatçı değil, aynı zamanda bir eğitim elçisi yapacaktı.
Almanya’da Bir Eğitim Ateşi
Almanya’da Türkçe öğretimi üzerine yürüttüğü projeler, onu “Eğitim ateşeşi” olarak anılmasına neden oldu. Türkçe ders kitaplarının hazırlanmasında aktif rol aldı; yalnızca dil öğretmiyor, aynı zamanda kültürel bağ kuruyordu. Öğrencileriyle kurduğu iletişim, klasik öğretmen-öğrenci ilişkisinin ötesindeydi. Onun derslerinde kelimeler dokunulabilir, sesler hissedilebilir, anlamlar sezilebilirdi.
Ders işleyişinde kullandığı “somut iletişim” modeli, duyusal ve algısal öğrenme tekniklerini merkeze alıyordu. Öğrenciler, Türkçe’yi yalnızca öğrenmiyor; yaşıyorlardı. Bu yaklaşımıyla Almanya’da “Başarı Ödülü”ne layık görüldü. Ancak onun için en büyük ödül, öğrencilerinin gözlerindeki ışıltıydı.
Sahneye Taşınan Kelimeler
İbrahim Türker’in kalemi yalnızca ders kitaplarına değil, tiyatro sahnelerine de uzandı. Yazdığı Türkçe tiyatro senaryoları, Almanya’daki Türk okullarında sahnelendi. “Göçmen Kuşlar” adlı oyunu, hem çocukların hem de velilerin gözyaşlarını tutamadığı bir yapıt olarak hafızalara kazındı.
Tiyatro onun için bir başka iletişim biçimiydi. Sahne, öğrencilerle kurduğu bağın bir uzantısıydı. Her replik, bir çocuğun iç dünyasına açılan bir pencereydi. Bu oyunlar, yalnızca dil öğretimi değil, aynı zamanda kimlik inşasıydı. Almanya’daki Türk çocukları, sahnede kendi hikâyelerini bulduklarında, aidiyet duygusunu yeniden keşfettiler.
Yazının Gücü: Roman ve Öyküler
Sanatın ve eğitimin yanı sıra, İbrahim Türker aynı zamanda üretken bir yazar. Kaleme aldığı roman ve öyküler, göçmenlik, aidiyet, kültürlerarası geçişler gibi temaları işler. “Kırık Bavullar” adlı romanı, Almanya’da doğup büyüyen bir Türk çocuğunun içsel çatışmalarını anlatırken, “Sıla Rüzgârı” adlı öykü derlemesi, Kazancı’dan Berlin’e uzanan duygusal bir köprü kurar.
Yazılarında kullandığı dil, sade ama derindir. Her cümle, bir duygunun izini sürer. Bu eserleriyle hem Türkiye’de hem de Almanya’da geniş bir okur kitlesine ulaşan Türker, 40. yıl Av. Hizmet Ödülü’ne layık görülerek kültürel hizmetlerinin taçlandırıldığı bir döneme girdi.
Kültürün Elçisi
Bugün, İbrahim Türker yalnızca bir sanatçı, öğretmen ya da yazar değil; aynı zamanda Kazancı’nın Kültür Elçisi olarak anılıyor. Onun yürüttüğü projeler, açtığı sergiler, yazdığı kitaplar ve sahneye taşıdığı hikâyeler, bir halkın hafızasını diri tutuyor. Almanya’daki Türk toplumunun kültürel belleğini koruyan ve aktaran bir figür olarak, hem geçmişin hem geleceğin sesi olmayı sürdürüyor.
Onun hikâyesi, yalnızca bireysel bir başarı öyküsü değil; aynı zamanda bir toplumun kültürel direncinin, diline ve kimliğine sahip çıkma çabasının simgesi. Ve bu hikâye, hâlâ yazılmaya devam ediyor.
SAMİ TUNCA’NIN GÖVDEYLE YAZILMIŞ ROMANI
İvriz’den Başlayan Yol
1928’de Karaman’ın Ermenek ilçesine bağlı Kazancı kasabasında doğan Sami Tunca, çocuk yaşta toprağın sesini, dağın gölgesini, halkın dilini duymayı öğrendi. 1943’te Konya Ereğli’deki İvriz Köy Enstitüsü’ne adım attığında, yalnızca bir öğrenci değil geleceğin öğretmeni, şairi, anlatıcısı doğuyordu. 1947’de mezun olduğunda, elinde sadece diplomayla değil, halkın yükünü taşıyacak bir kalple çıktı o okuldan.
İlk görev yeri Kulu-Tavşancalı kasabasıydı. Sekiz yıl boyunca başöğretmenlik yaptı. Ardından Ankara’da yedek subay olarak topçu birliğinde görev aldı. Askerlik sonrası kısa bir süre Türk Traktör Fabrikası’nda çalıştı. Ama kalbi hep sınıfın içindeydi. Öğretmenliğe döndü. Ermenek’in Muzvadi köyünde, sonra Kazancı İlkokulu’nda müdürlük yaptı. 1960 ihtilalinde hem okul müdürü hem de İnkılap muhtarıydı. Görevleri birleştiren bir adamdı o hem kalemle hem halkla.
İstanbul’da Dernek, Sahne ve Söz
İsteğiyle Konya Ereğli’ye, ardından İstanbul’a tayin edildi. Şişli Gültepe İlkokulu’nda görev aldı. Aynı yıl içinde kurulan Çeliktepe İlkokulu’na kurucu müdür olarak atandı. Beş yıl burada, ardından Beyoğlu Evliya Çelebi İlkokulu’nda beş yıl daha çalıştı. 1973’te emekli olduğunda ardında yalnızca öğrenciler değil bir halkın belleği kalmıştı.
İstanbul’da Ermenekliler Derneği’nin başkanlığını üstlendi. Dernek sadece bir çatı değil, bir kültür ocağıydı onun için. “Sıla buluşmalar, “Düğün” organizasyonları, şiir geceleri, söyleşiler… Her biri, Anadolu’dan kopup gelenlerin İstanbul’daki sesiydi. Sami Tunca, bu sesin hem organizatörü hem de anlatıcısıydı. Dernek gecelerinde mikrofonu eline aldığında, herkes susar, Kazancı konuşurdu.
Şiirle Yazılmış Bir Halk Güncesi
Sami Tunca’nın kalemi, yalnızca ders defterlerine değil şiir kitaplarına da dokundu. “Hatıralar ve İzlenimler” (1954), “Okulum I” (1955), “Okulum II” (1964), “Şiirle Türk Tarihi” (1964), “Çocuklar İçin Şiirler” (1971), “Gönül Bahçesinden” (1995)… Her biri, halkın içinden gelen bir öğretmenin, bir şairin, bir babanın kaleminden dökülen kıvımlardı.
Şiirlerinde kapalı anlatım yoktu. Dili sansürlemezdi. Ne hissediyorsa onu yazardı. “Ermenek” şiiri, bir coğrafyanın değil, bir halkın ruhunu anlatırdı. “23 Nisan” şiiri, çocukların gözünden bir milletin egemenliğini. Onun şiirleri, ders kitaplarında, yerel gazetelerde, ansiklopedilerde yer aldı. Ama en çok da halkın dilinde yaşadı.
Bir Hakim: Sinema ve Mizahın İçinden
Sami Tunca’nın hayatı sadece eğitim ve şiirle sınırlı değildi. O aynı zamanda bir oyuncuydu. Yılmaz Güney’in kült filmi ev sahibi “hakim” rolünü oynadı. Bu rol, onun mizah duygusunu, halkla kurduğu içten bağı sinemaya taşıdı. Kamera karşısında da, sınıfta olduğu gibi doğaldı. Replik ezberlemedi, yaşadı.
Bu rol, onun halkla kurduğu bağın bir başka yüzüydü. Çünkü Sami Tunca, sadece yazan değil, yaşayan bir anlatıcıydı. Sinema onun için bir sahne değil, bir halk kürsüsüydü. Okulunda “hakim” rolü, aslında onun hayat boyu taşıdığı adalet duygusunun bir yansımasıydı.
KAZANCI’NIN HAFIZASI, KÜLTÜRÜN ELÇİSİ
1996’da yayımladığı Kazancı Kasabası kitabı, bir belgesel niteliğindeydi. Bu kitap, sadece bir yerleşim yerini değil bir halkın belleğini yazıya döktü. Emekli maaşıyla bastırdığı bu kitap, Kazancı’nın tarihine düşülmüş en kıymetli notlardan biri oldu. Onun için kültür, sadece geçmişi anlatmak değilgeleceğe iz bırakmaktı.
2009’da aramızdan ayrıldığında, ardında yalnızca kitaplar, şiirler, öğrenciler değilbir halkın sezgisel hafızası kaldı. Bugün Kazancı’da, İstanbul’da, Almanya’da onun adını duyan herkes, bir öğretmeni değil bir anlatıcıyı, bir kültür elçisini hatırlar.
Aybağam’dan Akan İlk Su
1955 yılıydı. İstanbul’un kalabalığından, Kazancı’nın susuzluğuna bir hayırsever indi: Çolak Hasan. Ne kolu vardı ne gücü ama bir halkın susuzluğuna yumruk gibi düşen bir iradesi vardı. Aybağam suyunu, toprağın içinden pişmiş küplerle geçirdi. Yukarı Mahalle’den rampa aşağı indi. Rampa tam ortasında, Yukarı Köy’e ilk çeşmeyi yaptı. Sonra dört yol ağzına indi, oradan tekrar tepeye tırmandı, Aşağı Köy’e iki çeşme daha kondurdu.
Ve o gün, Kazancı’da kadınlar ilk defa helke helke dereye inmeden, kova kova köpürte köpürte çimebildi. O gün, su sadece akmadı, bir halkın alnından teri sildi.

İMECE’NİN YUMRUKLU BAŞI
Çolak Hasan, sadece çeşme yaptıran biri değildi. O, imecenin başıydı. Ama bu baş, beyin yumrukla çalışan bir baştı. İki kolu işlevsizdi. Kemik yetersizliği vardı. Ama o, bir köyün sinir sistemiydi.
Orman İdaresi, köyün suyundan ayrı bir hat çekmek istedi. Çolak Hasan, ayağa kalktı:
“Bu köy sahipsiz değil! Önce benim dediğim parayı derneğe ödersiniz, sonra suyu bağlarsınız!”
Orman memurları şaşırdı. Kaymakam’a gittiler. Kaymakam, “Bu adamı susturun,” dedi. Ve Çolak Hasan’ı köy odasına kilitletti.
Kilitli Kapının İçinden Gelen Direniş
Köy odasının kapısı kapandı. Ama içeriden bir ses yükseldi: “Ben çıkmak istesem, kapıyı kırar çıkarım. Ama beni buraya kilitleyen Kaymakam gelmeden çıkmam!”
Üç gün geçti. Köy sustu. Ama köy odasının içinden bir yumruğun sessizliği yankılandı. Üçüncü gün, Kaymakam geldi. Kapının önünde durdu. Çolak Hasan içeriden seslendi:“Elimi öpmeden çıkmam!” Ve Kaymakam, bir kolu olmayan adamın yumruğuna eğildi. Elini öptü. Tüm emirleri geri çekti. Suyu bağlatmadı. Ve o gün, Kazancı’da bir adam, gövdesiz ama onurlu bir direnişin adı oldu.
Kadınların Köpükle Tanıştığı Gün
Çeşmeler aktı. Kadınlar, ilk defa dereden değil taştan akan sudan çamaşır yıkadı. Köpükler, Kazancı’nın taşlarına değil hafızasına yapıştı. Çocuklar, ilk defa suyun altında çığlık attı. Ve o gün, su sadece temizlik değil bir devrim oldu. Çolak Hasan, bir köyün sadece çeşmesini değil—özgüvenini açtı. Ve o gün, Kazancı’da su, bir adamın yumruğuyla aktı.
Gövdesiz Bir Adamın Gövdeli Romanı
Çolak Hasan’ın iki kolu kemik yetersizliği nedeniyle güçsüzdü.. Ama onun yumruğu vardı beyninde. O yumruk, bir köyün suyunu getirdi. Bir idareyi geri adım attırdı. Bir halkı, susuzluktan köpüğe taşıdı.
Bugün Kazancı’da çeşmelerin başında bir dua okunur:
Allah, Çolak Hasan gibi gövdesiz ama gövdeli adamlardan razı olsun.”Ve o dua, bir halk romanının en sessiz ama en güçlü cümlesidir.
“ÇEŞME GÜNÜ, FADİME’NİN HAZIRLIĞI”
Köye ilk defa çeşmeden su aktı. Kadınlar hayal kurdu, biri saçını yıkamayı düşledi, biri sabun köpüğünde unuttuğu gençliğini. Ama Fadime… Fadime bu günü başka düşledi. Bir gecenin kapısı gibi kurdu bu sabahı. Yıllardır boy abdestiyle arınan değil, bu kez tutkuyla kavrulan biri gibi…
Haranıda su kaynadı, buhar yüzüne vurdu, içi kabardı. Süpürge elinde, evi değil kendi iç karmaşasını süpürdü. Hamur yoğururken saç telleri eline karıştı, bir damla gözyaşı düştü, un rengini aldı. Nevresim serdi, her kıvrımda bir niyet saklıydı. Pencere perdesi uçuştu, omzuna değdi, Omar’ı hatırladı. Don dizine kadar indi ama kalbi hâlâ yukarıdaydı. Gözleri serçelerde, biri ben, biri o… Ama serçeler uçmadı.
Tam yavaşça uzanacaktı ki, kapı çaldı. Don dizde kaldı. Fadime telaşla toparlandı. Kapıyı açtı. Muhtar. “Yol çıktı Asar’a… Onu demeye geldim,” dedi. Fadime sustu. Ama içi kükredi:“Ben senin asarına da, yoluna da sıçayım! Bu geceyi mi buldun be adam…”
“Uşmungarda
Ev temizdi, nevresim gülü taşıyordu, don dizdeydi, içi kalbinde suskundu. Yavaşça ışığı kıstı, nefesini ayarladı, yatağa henüz dokunacaktı ki, kapı çaldı.
Siyan içindeydi, dişleri sıkılmış, elleri yumruk. Utancın kıyısında, karanlığın ortasında kapıyı açtı. Merav. “Uşmungar’da havar suyu çıktı… Onu demeye geldim,” dedi. Fadime sustu. Sadece Merav’ın gözlerinin içine, hesap sorar gibi, bir ömrü bakışa sığdırır gibi baktı. Zorla “Hı…” diyebildi. Ama içinden bir çığlık yükseldi:“Hat… Senin Uşmungar’daki havarına da, suyuna da... Bu geceyi mi buldunuz be adamlar?” kapatmadı kapıyı, ama kalbini kapattı. Don dizde kaldı. Isı soğudu. Gecenin büyüsü bir taşla kırıldı. Ama kırılan o taş değildi Fadime’nin sabrıydı. Nevresimin loşuna, yastığın serin ucuna yeniden uzanacaktı ki kapı çaldı. Bu kez ses temkinliydi, çekinikti, ama yine de kesiciydi. Yansını üzerinden atmadan, elleri hâlâ dizinde, kapıya yürüdü. Yüzü düşmemişti, ama içi daha yeni kabuk bağlıyordu.Kapıyı açtı. Çoban. Elinde fener, bakışında dağdan dönmeyen bir kelime.“Şey… şeee… şey sizin guzu var ya… ker kaptı da… ben onu demeye geldiydim…”
Fadime öylece baktı. Yanıt vermedi. Bir an, tüm köy erkekleri onun gözünde tek bir “şey” oldu. İçinden geçti: “Ben senin şeyine de… guzuna da kurduna da bu geceyi rezil eden ayarsız diline de… be adam, hepiniz bir olmuş, bula bula bu vakti mi buldunuz!”
Dışı sustu. Kapıyı örttü. Ardına yaslandı. Don hâlâ dizdeydi. Ama bu defa sabır diz boyunu çoktan geçmişti.
“Kömbe Açılan Gece”
Fadime sabah erkenden kalktı. İneği sağdı, yoğurdu mayaladı. Hamuru yoğurdu, ekmeği açtı. Çamaşırları sırığa astı. Ve hep içinden konuştu.“Bugün olacaksa, bu gece olacak. Çarşaf serildi, gül koyuldu, don dizde durdu. Ama içim hâlâ taş gibi, çözülsün istiyorum.” Gün boyu düş kurdu. Ama düş değil bir karıncaydı içindeki; ne kesildi, ne sustu, ne yattı.
“Gecenin serini ben bastım, yatağı ben düzdüm, karnını ben doyurdum, bir tek arzuma sıra gelmedi.” O an kapı çaldı. Fadime göz ucuyla baktı. Delinin biri mi, çobanın öteki mi derken Deli Abdullah.
Gözleri süzüldü, Fadime aldırmadı. “Ekmek isterim,” dedi Abdullah. Fadime güldü. “Gel hele,” dedi. İçeri aldı. Sabaha kadar kömbe açtı. Arada bir cimcik attı. Güldü. Ama içinden bir başka kabaran ses yükseldi:“Bu gece… Benim hakkım gecede kaldı. Erkekler susarsa, kadınlar kömbe açar ama içini de açar bir gün.” Ve o sabaha köy değil kıvım uyandı. Sabah inek sağdı, öğlen hamur yoğurdu, ikindi çamaşır yıkadı. Ama içindeki gece bir türlü akmadı.
Her yoğurduğu hamurda bir hayal kabardı. Her çamaşırda bir sabır yıkandı. Ama içindeki arzu kurumadı.
Gecenin kıyısında kapı çaldı. Deli Abdullah. Gözleriyle süzdü. Fadime aldırmadı. “Ekmek isterim,” dedi. Fadime güldü. “Gel hele,” dedi.
Sabaha kadar kömbe açtılar. Arada bir cimcik attı. Güldüler. Ama içinden bir başka ses yükseldi:“Ben bu köyün çeşmesine de, yoluna da, muhtarına da, çobanına da, deli Abdullah’ına da artık susmam!”
Ve o an motor hararet yaptı, fren balataları koptu, Fadime içinden geçti, köy ayaklandı.
“Donun Yaması Değil, Sabır Yarası”
Bir. At “Kırkuyuya Kaçan Kader” Ertesi sabah köpek havladı. Köyde herkes kulak kesildi. Ama Fadime çoktan ayaklanmıştı. Kapı eşiğinde ayağını yere vurdu:
“Yine bir şey geliyor. Ama artık ben gitmeyeceğim; ne gelirse ben burada bekleyeceğim.” Ama olmadı. At kaçtı. Kırkkuyu’nun başına koşmuştu. Fadime bir tas suyu dahi içmeden üç gün yollarda, üç gün arkasından gövdesini sürükleyerek o atı yakalamaya yürüdü.
Donu karambık dikenine takıldı. Yırtıldı. Ne durdu, ne ağladı. Sığırkuyruğu yaprağını kopardı, yamanın adını sabır koydu.“Ben sabrımı yaprakla örterim, ama onların saygısızlığı gövde değil, göz yırtar…”
İNEK – “Barananın Direğindeki Dönüşüm”
Ertesi gün inek bağa kaçtı. Bu defa Fadime dönmedi. Koşmadı. Yavaşça yürüdü. Ama adımları toprakta değil anılarının sırtında yürüdü.
Baranaya vardığında, direğe tutunduğu anda, donu yine takıldı. Yırtıldı bir daha. Lahana yaprağı buldu. Bu defa yamanın adı sinir değil sessizlikti.“Bu köyde erkeklerin lafı uzar, kadınların eteği yırtılır. Ama ben her yamayla daha çok kendime sarılıyorum.”
ORAK – “Patçıkuru’unda Biçilen Sabır”
Burası Devetabanı yeri…. Yonca diz boyu. Otlar nemliydi, ama Fadime’nin avuç içi kuruydu.
Orağı aldı. Biçti. Orağın sapı, bir an, orasına sürtündü.
Dünya durdu. Köy değil içinde bir şey kalktı. İlk kez bu kadar sahici hissetti. Bu ilk gece değil kendi tenine ilk defa temas gecesiydi. Ve tek kelime etmedi.
Garağacın dibinde oturan Kel Omar sigara sarıyordu. Fadime yürüdü. Yanına vardı. Sigaranın ucunu kopardı. Yere attı. Şalvarını sıyırdı. Üstüne oturdu. Bir şey demedi. Omar da demedi. Ama uzakta, bir çocuk bağırdı: “Yetişin! Adam öldürüyorlar!”
Köy ayağa kalktı. Kadınlar fısıldaştı. Muhtar geldi. İhtiyar heyeti toplandı.
Ve karar alındı: • Bu iş artık bekletilmeyecek./• Ahırda, odada, taş başında…/• Hatta gerekirse su sırası beklenirken, /• Hatta, hatta çeşme başında bile…
Fadime donunu topladı. Ama içinde sabır diye bir şey kalmadı. Çünkü o gece artık hiçbir kadın beklemeyecekti. Çeşmeye su geldiydi. Ama içe gelen şey susuzluk değilkendi kıvımıydı.
Garağacın Gölgesinde Kıvım
Fadime, sabahın ilk ışığında garağacın dibine eğildi. Toprağın nemi, ellerine değil yüreğine bulaştı. Don hâlâ dizdeydi, ama artık utanmak değil uyanmak vardı içinde. Çeşmeden gelen su sesi bir çağrıydı: “Kalk, kıvım başlasın.”
Yaprak kıpırdamadı. Dal, Fadime’ye eğildi. Garağaç, onun sırtına gölge değil güç verdi. Güneş, alnına değil kararına vurdu. Ve yıldızlar, henüz görünmeden onun içindeki geceyi izliyordu. Fadime, elindeki orakla değil gövdesindeki kıvımla biçti sabrı. Kömbe açılmadı bu kez, çünkü artık açılan sabır değil karardı.
Muhtarın sesi uzaktan geldi: “Kadınlar bekleyecek.” Ama Fadime, susmadı. Sadece sustuğu yerden yürüdü. Ve her adımı bir “Sevgi” eylemi oldu:
Sürtünme: Toprakla ayak arasındaki ilk kıvım Sıçrama: Gölgeden güneşe geçiş
Sığınma: Garağacın gövdesine yaslanış Sözsüzlük: Ama her şeyin anlatıldığı sessizlik.Ve o an, roman artık roman değildi bir kıyamdı. Fadime, sayfa değil sahne oldu.
“KIRKKUYU’DA DÜŞEN YUMURTA”
Kırkkuyu kırında bir sabah, ardıcın tepesinden bir yumurta düştü. Ama bu sıradan bir yumurta değildi beyinliydi. Yere çarpınca çatlamadı, bağırdı: “Ben nötr değilim, düşünebilen proteiniz!”
Muhtar korkudan tarlaya kaçtı, köyün eşeği dile geldi, “Ben zaten yıllardır şüpheleniyordum” dedi. Kahveci İrbeğem, yumurtaya çay verdi. Yumurta çayı içmedi ama bardağa bakıp ağlamaya başladı.
Derken Fadime geldi. “Yumurta düşünce ağlanmaz, kıvım çağrılır” dedi. Eline aldı yumurtayı, alnına koydu, o an gökyüzünden kel bir bulut inip Uluköy Mahallesi’ne yerleşti.
Yumurta konuşmayı kesti. Çünkü içinden bir söz çıktı: “Sadece söylenenler değil sükût da sarar köyü.” Ve o gün, Kırkkuyu’da hiçbir horoz ötmeye cesaret edemedi. Hiçbir bülbül ötmeye cesaret edemedi. Çekmeler sustu. Sığırkuruğu kuyruğunu indirdi. Yosunlar taşların altına saklandı. Davar gaya gölgesinde uykuya geçti.. Çünkü yumurta konuşmuştu. Ve gökyüzü onu dinliyordu. Buzluca tanıklık ediyordu. Goyaklarda yankı bir çağrıyı duyuruyordu “dile gelen yumurta!”
KIZIL ÖREN’DE YASAK OT, DOSTLUKTA KIVIM
Kırkkuyu’da Kızıl Ören, davara yasaktı. Ama ot boldu. Bozalı, her sabah keçileriyle gizlice girerdi. Helke helke süt verir, keçiler otkarı yalayıp memelerini gevşetir, oğlaklar ardın dibinde meleşirdi.
Halk şikâyet etti. Belediye başkanı Ramazan Muharrem Kormacı’yı görevlendirdi. Muharrem, yasak alanda nöbet tuttu. İlk çan sesiyle Bozalı’nın sürüsü göğsünü kabartarak girdi. Muharrem izledi. Tedirgindi. Tutuklasa dostluğu bitecekti. Tutmasa görevden düşecekti.
Sürü otladı, geri dönüş yolculuğuna çıktı. Popasta kuyusuna vardılar. Bozalı, helkeyle su çekti. Keçiler sulandı, taş saçlara serpilen tuzları yaladı. Tekelerin omuzları kabardı. Doğa, kıvım kıvım şükre durdu.
O akşam, Bozalı ballı kaymaklı sofrayı kurdu. Muharrem, ladin pürünü aralayarak obaya girdi. Hoş sohbet, sıcak yemek… Sonra Muharrem içini döktü: “Yasak var ama gönlümde kıvım da var.” Bozalı sustu. Sonra gülümsedi. İki yufka ekmek, iki kaymak sardı. “Al,” dedi, “Görevini yap, ama dostluğumuzu da unutma.”
Bozalı’nın Günü Sabahın ilk ışığı daha ovaya düşmeden Bozalı, sarı öküzüyle yola koyulur. Yanında Fatma, arkalarında at, eşek, koyun, kuzu, inek… Hepsi birer kıvım gibi dizilir. Yol Çardöğü’ne uzanır. Patika taşlı, ama saban yumuşaktır. Tarlaya varır varmaz çifte başlarlar. Sarı öküz toprağı yararken, Fatma sabanı takip eder. Her 30 santimde bir mısır tohumu düşer toprağa sanki her biri bir dua.
Koyunlar yayılır, kuzular meleşir. Fatma pelidin dibine yer sofrası kurar. Bulgur pilavı pişer, yanında ayran köpürür. Gölgedeki taş masa olur. Güneş yükselir, gölgeler kısalır. Bozalı’nın alnındaki ter, toprağın duasına karışır. O gün mısır ekilir. Ertesi gün badeğis, sonra soğan, sonra fasulye… Her gün bir başka tohum, bir başka umut.
Benim adım İrbeğem. Bozalı’nın oğlu, Fatma’nın gözbebeği. Sabah olmadan uyanırım. Koyunlar daha gözünü açmadan ben helkeyi alır, çeşmeye yürürüm. Ayaklarımda kara lastik, ama yokuş aşağı inerken terden kayar. Yine de düşmem. Düşsem de ağlamam. Çünkü bu ova, gözyaşını değil sabırla yoğrulmuş dut lekesini sever.
Bugün mısır ekilecek. Babam sarı öküzü çifte koşar, annem sabanı takip eder. Ben kenarda durmam koyunları güderim, su taşırım, ama en çok da doğayı dinlerim. Kırlangıçlar meşe ağacına tüner, kaplum bağalar çitleşirken çıkan ses vadide yankılanır. Ben bilirim o sesi balta sesinden güçlüdür. Çünkü doğa, bazen baltadan daha gür konuşur.
Kargalar ekmeği kapar, pelidin dibine düşen yağ batağına basarım. Ama hiçbir şey işime engel olmaz. Çünkü bizde mevsimler işi, iş mevsimleri kovalar. Ölüm bile sıraya girer
Bugün kuzular gözümde değil yüreğimde. Çünkü o sabah kaplumbağaların kabuk kabuğa ses çıkardığını duydum. Derenin kenarında oturmuş, göğe bakıyordum. Meşe ağacına tüneyen serçeler konuşuyordu bana bir şey diyordu sanki. Ben cevap vermedim, ama dinledim. Çünkü bazen sessizlik, kelimeden fazla anlatır.
Toprağa düşen tohumun üstüne konan solucanı gördüm. Önce yadırgadım, sonra fark ettim: toprak için o da dua, tohum da. Yılanı da gördüm, siyah, uzun, sessiz. Kabağı bırakıp kaçtım ama dönüp baktığımda yılanın da tarlanın bir kıvımı olduğunu anladım. Bozalı babam kızmadı o gün gözünü kıstı, sustu. Anladım ki bazen babalar da toprağa benzer üstünü kazmadan ne sakladığını bilemezsin.
O gün öğle sıcağında Fatma anam yemek yaptı. Yer sofrasını pelidin dibine kurdu. Kaynayan bulgurun üstüne attığı biber tozuyla kokular vadide gezindi sanki annemin sesi gibi. O sofra bizim bayrağımızdı, taş üstünde ama yürekte sabit.
Gece çökerken hayvanlar sırayla ahıra girer. İnekler yavaş, koyunlar telaşlı, kuzular meraklı. Ben hepsine göz kulak olurum. Babam samanı serer, annem yem kovasını taşır. Ben ise çıra yakarım çünkü evde elektrik yok. Gaz lambasının titrek ışığında gölgem duvara düşer. O gölge bazen bana benzer, bazen babama.
Yorgan tek, beden çok. Ama biz üşümeyiz çünkü kolektiflik sadece gündüz değil gece de sadakatle paylaşılır. Annemin sesi fısıltı gibi: “Yarın erken kalkacağız, İrbeğem, helkeyi unutma.” Ben başımı yorgana gömerim, ama kulağım dışarıda: rüzgârın sesi, kuyudaki suyun yankısı ve bazen… meşe ağacına tüneyen serçelerin gece türküsü.
Çamaşır küllü suyla yıkanır, saç killi toprakla ovulur. Ama biz temiziz çünkü doğa bizi kendi diliyle arındırır. Karganın ekmeği kapması, pelidin dibine düşen yağ, hiçbiri bizi durdurmaz. Çünkü bizde ölüm bile işin sırasına girer.
Gece çökerken hayvanlar sırayla ahıra girer. İnekler yavaş, koyunlar telaşlı, kuzular meraklı. Ben hepsine göz kulak olurum. Babam samanı serer, annem yem kovasını taşır. Ben ise çıra yakarım çünkü evde elektrik yok. Gaz lambasının titrek ışığında gölgem duvara düşer. O gölge bazen bana benzer, bazen babama.
Yorgan tek, beden çok. Ama biz üşümeyiz çünkü kolektiflik sadece gündüz değil, gece de sadakatle paylaşılır. Annemin sesi fısıltı gibi: “Yarın erken kalkacağız, İrbeğem, helkeyi unutma.” Ben başımı yorgana gömerim, ama kulağım dışarıda: rüzgârın sesi, kuyudaki suyun yankısı, ve bazen… meşe ağacına tüneyen serçelerin gece türküsü.
Çamaşır küllü suyla yıkanır, saç killi toprakla ovulur. Ama biz temiziz çünkü doğa bizi kendi diliyle arındırır. Karganın ekmeği kapması, pelidin dibine düşen yağ, hiçbiri bizi durdurmaz. Çünkü bizde ölüm bile işin sırasına girer.
Sabahın ilk ışığında vadide bir ses yankılanır ,kaplumbağaların çitleşme sesi. Baltadan güçlü, yankıdan derin. Ben bilirim o sesi. Çünkü doğa, bazen kelimelerden önce konuşur. Kırlangıçlar meşe ağacına tüner, serçelerle fısıldaşır. Ben de onlara katılırım sessizce. Çünkü bu ova, sadece insanın değil börtü böceğin, dalın, yaprağın da romanıdır.
Kuzeyde Balduvar’dan biri gelir, kipriti bitmiş, kirit çöpü almaya. Batıdan Yelerlerin yerinden bir kadın çıkar,su bitmiş, almaya gider. Bizim evde Irbeğem, saat başı Garaçayır’dan su taşır. Her biri kendi yolunda ama aynı kıvımda. Çünkü bu ova, kolektif bir yorgandır, herkes bir ucundan tutar.
Bükteki çiftçiler ıslıkla haberleşir. Dere kütürder, taşlar konuşur. Ben toprağa bakarım, kara sabanın ardından çıkan solucanlara. Tohumları yerler, ama ben kızmam. Çünkü onlar da tarlanın dostudur. Doğa, düşman yaratmaz, sadece denge kurar.
Ovada zaman saatle değil, saban iziyle ölçülür. Güneşin doğduğu an, bizde vites 5’tir. Mevsimler birbirini çağırmaz, kovalar. İlkbahar gelir gelmez saban vurulur, yaz güneşiyle fasulye serpilir, sonbaharda dutlar silkelenir, kışın külle yıkanan yorgunluk gaz lambasında kurur.
Ölüm bile sırasını bekler bu köyde. Çünkü önce mısır toplanır, sonra badem çatlatılır, sonra gelen varsa uğurlanır. Ama hayat durmaz. Annemin ellerinde toprağın sıcaklığı, babamın alnında güneşin öpücüğü ve benim gözlerimde doğanın hiç susmayan sesi.
Her şey işlevde eşit. Kırılan su kabağı da, ter içinde patlayan kara lastik de… Hepsi bu romanın bir parçası. Ve ben İrbeğem yazar değilim, sadece dut yaprağında iz bırakan bir kıvımım…
Kırkkuyu’da akarsu yoktu. Ama Gök Hacı vardı. Taşın içine sabırla işlenen bir dua gibi, çekiçle oyduğu her kuyu, bir hayvanın, bir çobanın, bir kelebeğin susuzluğuna sadakatle cevap verirdi. Giriş çapı 30 santim, derinliği 5 metre olan kuyular, önce taşla açılır, sonra çimento, ince kum ve harçla suvanırdı. Kum, Göksu’dan at ve eşekle taşınırdı. 30 kilometre boyunca. Her kuyu, 15 günde çıkarılırdı. Ama Gök Hacı, iş makinesinden hızlıydı. Çünkü onun kazdığı sadece toprak değil sadakatti.
Yoldaşı kır beygir, azığı keş, yanda soğan… Eşi Fadime haftada bir gelir, yeşil elma, yumuşak ekmek getirirdi. Kuyu başında kısa bir sohbet, sonra Fadime köye dönerdi. Yol kepir, patika; bir ayağı taşa takılır, sendelerdi. Ama düşse de, akşam eve varır, tahta teknede iki kutu unla hamur yoğurur, yufka açardı. Sabah horoz ötmeden kalkar, ineği sağardı. Ayna bilmezdi, makyaj tanımazdı. Makyajı ocağın isi, parfümü ineğin bokuydu. Tek sohbet ettiği, tavanda cirit atan fareler, ocağın başından ayrılmayan kedisiydi.
Gök Hacı’nın açtığı kuyular, Kırkkuyu’dan Elbalak’a, Sarıova’dan yaylalara kadar uzanırdı. Binlerce kuyu, yüzlerce hayrat… Taştan oyma yalaklarda yılan da içerdi, tavşan da, güvercin de. Gök Hacı onların duasını alırdı. Çünkü o, sadece insan için değil doğa için de kazardı.
Çıkardığı taş kütlelerini ardıç pardısından yaptığı iskeleyle kuyu ağzından dışarı atar, dışarıda bir tepe oluştururdu. Her taş, bir susuzluğun gölgesiydi. Her kuyu, bir sadakat yeminidir.
Ardıcın Dibinde Gülmeye Yatmış Düş”
Ardıcın dibinde bir dut lekesi vardı; herkes onu çocukluğun parmak izi sanırdı. İrbeğem, sabah o lekeye basmadan güne başlayamazdı. Bastığında gülmek, basmadığında susmak şarttı.
O gün lekeye basmadan çıktı evden. Kuyunun başında Gök Hacı taş yontuyordu, taşın içinden çıkan her kıvım, bir Fadime kahkahasına benziyordu. İrbeğem sordu: “Dede, bu taş niye gülüyor?”
Gök Hacı cevap vermedi taşa son darbeyi vurdu, taşın içinden dut çıktı. Herkes dutu bekliyordu; ama dutun içinden göbek bağı çıktı, İrbeğem dondu kaldı.
“Ben gülmeyi unuttum galiba,” dedi. Fadime uzaktan seslendi: “O zaman dutun yanına uzan, gülmeye yattık sayarız.”
İrbeğem, ardıcın dibine döndü. Lekeye bastı. Dut yaprağında bir düş başladı.
Sabah dut yaprağında bir nokta vardı. İrbeğem onu gülüş sanmıştı önce. Ama değildi. Bir gece evvel annesiyle babasının yorgan altı çırpınışından damlamıştı belki de.
Kuyu suskun, Gök Hacı’nın gözleri doluydu. Fadime geçti, dut yaprağına dokundu. İrbeğem ürperdi. “Bu temasın adı ne?” dedi.
Cevap yoktu. Sadece gökte bir bulut sanki iç çekti. Ve dut dalı titredi. İrbeğem gülümsedi. Göğostos sıcağında, çam ormanının gölgesinden kırlangıç sesi eksik olmazdı. Kadınlar pelitlerin dibinde ekin biçerdi, ellik şıngırdar, genç kızlar oğlanlara bakar, terin biri boşalır, biri dolar.
Tam ahengin zirvesinde Fadime birden yere çöktü. Kızlar başına çullandı:“Bu hamile galmış gız!” Pelidin dibine götürdüler, biri su bahanesiyle güğümü kaptı, çayıra koştu.
Orada bugangra otunun dibinden bir ardıç kabuğu soydu, sütyeninin altına sakladı. Koşarken sütyen düştü, rüzgâr aldı, uçurdu. Memo’nun başına kondu.
Kızlar bağırdı: “Memo! Başına talih kuşu mu sıçtı, yoksa Leyma mı?” Akşama kadar gülüştüler. O gün ekin, dünkünden fazla biçildi. Çünkü gülüş, sabanı hızlandırırdı.
“Çeşme Başı Geysilikleri Fadime, güğümünü çeşmeye dayamış ama gözleri Leyma’nın sütyenindeydi.
“Gız, senin sütyen niye ters?” Leyma gülümsedi: “Dün gece Memo ters döndü de, ben de öyle kaldım.” Kadınlar kıkırdadı. Fadime söze girdi: “Benimki de gece boyunca göğsümde değil gönlümdeydi.” Gülüşmeler arttı. Ama aralarında biri vardı ki, hiç konuşmazdı: Zühre. Zühre’nin güğümü hep dolu, ama içi hep boştu. Bir gün, güğümünü yere bıraktı, ellerini sütyenine götürdü, ve fısıldadı: “Benimkine hiç dokunulmadı gızlar…”
Sessizlik oldu. Sonra fadime, sütyeninden bir dut yaprağı çıkardı, Zühre’nin eline koydu: “Al, bu dutla başla. İlk kıvımı sen yaz.”

“AT ÜSTÜNDE GÜLEREK GİDEN GELİN”
Köy meydanında davul çalıyor, ama ritmi rahimden geliyor. Gelin, beyaz atın üstünde, başında dut yaprağından örülmüş taç, gözlerinde “S” harfi gibi kıvrılmış bir sır.
Damat, saban gibi yürüyen bir oğlan, elinde üzüm salkımı, gözünde terli bir umut. Köy halkı dizilmiş, muhtar bağırıyor: “Bu düğün sadece nikâh değil rahmin ritmiyle yazılmış bir kıvımdır!”
Tam o sırada, gelinin duvağı rüzgârla savruluyor ve Fadime’nin donu gibi dereye doğru süzülüyor. Köy çocukları peşinden koşuyor, Memo bağırıyor: “Gelin değil bu gülüş taşıyor!”
At kişniyor, gelin gülüyor ve köyün üstüne bir dut yaprağı gibi sadakat seriliyor. “Dibek Başında Üç Kadın, Bir Tokmak, Bir Sır”
Köy meydanında dibek kurulmuştu. Üç kadın sırayla tokmağı sallıyordu: Gadime, Leyma, Zühre. Ama buğdaydan çok gönül dövülüyordu.
Gadime tokmağı kaldırdı: “Benimki dün gece sadece horladı gızlar…” Leyma tokmağı devraldı: “Benimki horlamadı, ama saban da sürmedi.” Zühre sustu. Tokmağı aldı, bir darbe indirdi, dibek çatladı.
Kadınlar sustu. Zühre fısıldadı: “Benimki yok gızlar… Ben tokmağı kendime sallıyorum.” O sırada Memo geçti, dibek başında durdu. Kadınlar sustu. Memo eğildi, dibekten bir avuç buğday aldı, ağzına attı. “Bu buğday değil—gülüş kokuyor.”
Kadınlar kahkahayla patladı. Tokmak yere düştü. Ama sır, dibekte kaldı.
“Garabayır’da Kuş Avı, Arabaşıda Gülüş Patlaması”
Sabah çıkrık döndü, ip sarıldı, sepet hazırlandı. Gadime, Leyma, Zühre Garabayır’a yürüdü. Amaç kuş avıydı, ama gözler Memo’nun tarlasındaydı.
Sepet kuruldu, biraz buğday serpildi, biraz da umut. Zühre fısıldadı:“Gızlar, bu tuzağa kuş değil Memo düşsün istiyorum.”
Akşam arabaşı sofrası kuruldu. Tavuk suyu kaynıyor, hamur kesiliyor, ama esas kaynayan kızların dili.
Fadime başladı: “Benimki dün gece arabaşı gibi üstü sıcak, altı hamur.” Leyma atıldı: “Benimki de kaşığı daldırdı ama dibini bulamadı.” Zühre sustu. Sonra gülümsedi: “Benimki hiç kaşık kullanmaz gızlar… Direkt güğümle içer.”
Sofra kahkahaya boğuldu. Memo uzaktan baktı, anlamadı. Ama Zühre’nin gözleri bir kuş gibi uçtu, sepetin üstüne kondu.
“Kamelya Altında Çeşme Yaptıran Muhtar ve Erkeklerin Absürt Meclisi”
Oluk’a çeşme yapılmıştı. Muhtar Etem, kamelyanın gölgesine oturmuş, elinde çay, ağzında laf, gözünde “ben yaptım” gururu.
Yanında Cemilin Mevlüt, karşısında Tombul Market’in Hüseyin. Sohbet başladı: “Ben bu çeşmeyi sadece su için değil kadınlar azıcık daha eğilsin diye yaptım,” dedi Etem. Gülüşmeler patladı.
Mevlüt atıldı: “Ben de kamelyayı gölge olsun diye değil gelinler otursun, biz de bakarız diye diktim.” Hüseyin çayı yudumladı: “Ben marketi bakkal diye açmadım, Leyla her gün gelsin diye açtım.”
O sırada çeşmeden su değil Zühre’nin sütyeni aktı. Kadınlar çamaşır yıkarken bir tanesi kaçmış, borudan çıkmıştı.
Muhtar ayağa kalktı: “Bu çeşme artık sadece su değil hatıra da akıtıyor
“Körkuyu’da Düğmeye Basılan Kültür Devrimi”
Taşeli’nin eteğindeki sessiz köy, o sabah sessizliğini davulun tok sesiyle yırttı. Muhtar Etem kamelyaya kürsü kurdu, mikrofonu İbrahim Şahin’e uzattı.
İbrahim Şahin gözlüğünü düzeltti ve başladı çağrı konuşmasına: “Kazancı’nın dut lekesiyle mühürlü kültürünü bugün buradan dünyaya duyuracağız! Saz takımı hazır, düdükçü Durmuş nefesini tuttu, Kemancı Ömer yayını gerdi, Sazcı Ethem parmaklarını ısıttı.”
Kızlar ilk defa halaya dizildi. Göbekler titredi, toprak çatladı. Tam o sırada Fadime’nin göğüs üst düğmesi halay ritmine dayanamadı uçtu.
Düğme, davulcunun alnına çarptı. Davulcu durdu, düğmeyi aldı, başının üstüne koydu.“Bu düğme artık Körkuyu Kültür Devrimi’nin nişanesidir!” Kalabalık alkışladı. Fadime gülümsedi. Düğme yerine dönmedi ama kültür yerine oturdu
“Kızlar Makaraya Sardı, Deli Kahramanlar Çözemedi”
Köy meydanında öğle sıcağı, Hacı Veli elinde boş çay bardağıyla göğe bakıyordu: “Gızlar, bu bardakla yıldız topluyorum!” Kızlar kahkahayla patladı.
Nadireli Ali, elinde klarnet, yol kenarında durmuş, her geçen kıza “Senin yürüyüşün si bemol!” diyordu. Leyla durdu: “Benimki bemolse, seninki niye hep susturulmuş nota?”
Fadime, Zühre, Leyla, makaraya sardı. Hacı Veli’ye dut yaprağından taç taktılar, “Sen artık köyün yıldız toplayıcısısın!” Ali’ye klarnet yerine süpürge verdiler: “Bununla gönül süpür!” O sırada Zühre yere düştü, gülmekten değil makaranın ipi ayağına dolandı. Hcı Veli eğildi, ip yerine kendi gömleğini çözdü. “Benim aklım değil düğümüm çözüldü gızlar…
“Tombul Market’in Tombul Gönlü”
Tombul Market’in kapısı sabah ezanıyla açılırdı. Ama ilk müşteri her zaman Zühre olurdu. Çay değil dert alırdı.
Bakkal Hüseyin, defterini açmadan önce gözlüğünü siler, Zühre’ye bakar: “Bugün hangi gamı veresiye yazalım gızım?”
Kızlar ona “abi” derdi, ama içten içe baba gibi yaslanırlardı. Leyma bir gün sütyen askısı kopmuş halde geldi. Hüseyin hiç sormadı, çekmeceden bir iğne-iplik çıkardı: “Bu sadece dikiş değil gönül tamiri.” Kahve köşesinde erkekler domino oynarken, Hüseyin kızlara çayla birlikte sır da verirdi.
“Gelinlik beyaz olur, ama gönül lekesiz mi gızlar?” Bir gün, Fadime dükkâna koşarak geldi: “Abi! Memo beni öptü!” Hüseyin çayı bıraktı, gözlüğünü çıkardı: “O zaman sana bir kutu dut reçeli benden. Ama unutma, öpüş sadakatle mühürlenirse kıvım olur.”
“Damdan Dama Sütyen, Sürgüye Düşen Gülüş”
Kış gecesi, bizim damda oğlanlar, komşunun damında kızlar. Kar fırtınası uğulduyor, ama gülüşler daha gür. Fadime, gülmekten sütyenini tutamıyor. Bir kahkaha, bir rüzgâr ve sütyen uçuyor Memo’nun sürhü sapına oturuyor.
Memo, sürgüyü bırakıyor, sütyene bakıyor. Gözleri kısılıyor, biryan bakışla tatlı bir tebessüm gönderiyor. Ayşe, o tebessümü görünce yerin dibine giriyor. Ama damdaki kızlar gülmekten yere yatıyor. Sütyen, o gece sadece Memo’nun değil köyün hafızasına da oturuyor.
Fırın Kurulurken
Söğüdün dibine kuruldu fırın. Çakmak taşlarıyla örüldü, delikli delikli. Balçıkla sıvandığında, sanki köyün suskunluğu da sıvanmıştı duvarlara. Ağda, fırının göbeğine yerleştirildi. Mercimeği fırına sürer gibi, kestirme döküldü ağdaya. Çürümüş ladin kütüğüyle tutuşturuldu ocak. Çakmak taşı kıvılcım saçtı, genç kızların gözleri gibi. Uzunyer’in sabahı, dumanla başladı.
Genç kızlar geldi sonra. Kiminin saçında kırmızı kurdele, kiminin eteğinde ceviz yaprağı izi. Pekmez değil sadece, gönüller de kaynadı. Fırının üstünde bir de batırma yoğruldu. Kaşık çalındı, ama ritim sadece hamura değil, bastırılmış duygulara da vurdu. Kimi sustu, kimi güldü, kimi göz ucuyla baktı. Ama hepsi, “KIVI” yazılarındaki gibi, içindeki absürt köpüğü dışarı saldı.
Fırının başında biri vardı: Adı Hüseyin, lakabı “Kıvı Hüso”. Yaz kış fırın kurar, ama en çok sonbaharda konuşurdu. “Pekmez taşmasın diye susarım,” derdi. Ama o gün, sustuğu yerden bir öykü sızdı.
Hüso’nun Fırın Felsefesi
Hüseyin yıllar önce bu köyden çıkmamıştı. Çünkü o, her sene pekmez mevsimiyle yeniden doğuyordu. Fırını kurarken, sadece taş değil; duvarlara sır, dumanlara geçmiş seriyordu. Derdi ki: “Pekmez dökülürken susacaksın. Her kelime harareti arttırır. Ama doğru kelime... kıvam verir.”
Köydeki kızlar, onun o sessizliğine hayrandı. Sanki dudaklarından dökülen sözcükler, batırmalık hamur gibi mayalanıyordu önce. Sonra yavaş yavaş kabarıp içlerine siniyordu. İçlerinden biri, sessizce batırma yoğururken mırıldandı: “Ben Hüso’nun söylediklerinden çok, söylemediklerine yandım.”
O an herkes durdu. Yorganın altındaki gibi sıcak, bir bakış yayıldı. Yumurtalı çörek gibi kızarmış yanaklar, pekmezin üstünde köpürüp duran duygulara karıştı.
Hüseyin o sırada ağdanın içine bir taş attı. Taş batmadı, yüzdü. Kimi “uğur getirsin” dedi, kimi “gönül dileği bu” dedi. Ama Hüso’nun gözleri uzaklara daldı. Belki Huriye’ye, belki o yazamadığı şiire.
Huriye Geldiğinde Söğüdün gölgesi biraz daha uzamıştı. Ocaktan savrulan duman, köyün göğe yükselen duası gibiydi. İşte o an... Huriye geldi. Yel gibi değil, rüzgârı hatırlatan bir suskunlukla. Etekleri pekmez kokuyordu; yıllar önce döktüğü bir dizenin izi hâlâ oradaydı.
Hüso göz ucuyla baktı. Batırmayı yoğuran eller yavaşladı, fırının kıvılcımı söndü, ama içten içe tutuştu her yer. Kızlar fısıldaştı: “Yine geldi... Pekmez değil, kalp taşır bu.”
Huriye fırının başına geçmeden önce, sanki yıllardır kuruyormuş gibi fırını süzdü. “Sıvanması düzgün... ama taşların dili çatlamış,” dedi. Hüso gülümsedi: “Bazı fırınlar çok susar Huriye. İçini anlatmaz, bekler...”
Sonra batırma yoğrulmaya devam etti. Ama o günden sonra hiçbir batırma aynı olmadı. Kaşık sesiyle birlikte, kalp ritimleri değişti. Köy sessizdi, ama yüreklerin üstü o gün… hafif hafif köpürdü.
Mektup Gibi Yanan Satırlar
Hüso, yıllar önce yazdığı ama hiç göndermediği mektubu yeniden okudu o sabah. Sararmış kâğıtta mürekkep değil, köz gibi yanmış harfler vardı: “Ey söğüdün dibinde duran, adını ağdanın içine düşürdüğüm… Bilmezsin, her kıvılcımda ben seni harf harf andım. Pekmez toprağıyla değil, sabırla kestim gönlümü. Geri döndüğünde yürek taşar mı bilmem—ama fırın hâlâ sıcaktır.”
O gün mektubu kıvırıp batırma bezinin altına sakladı. Huriye ise onun gözünde mektubun cevabı gibi durdu: Yılların yastığına baş koyan bir sessizlik, kabaran bir dürtüydü.
Fırın hala tütüyordu. Köyün çocukları ceviz kırıyor, kızlar darı ütüyor, yaşlılar sessizce söğüde yaslanıyordu. Ama kimse bilmiyordu ki o sabah, köydeki en tatlı şey pekmez değil Hüso’nun kalbinde çözülmeye başlayan o mektuptu.
Kıvı’nın Sonu, Gönlün Başlangıcı
Sabahın ilk ışığıyla birlikte fırının üstündeki pekmez son kez kabardı. Köpükler, sanki yıllardır söylenemeyen cümlelerdi, birer birer yüzeye çıktı. Hüso, kepçeyi son kez daldırdı kazana. Ama bu kez pekmez değil, geçmişin tortusu doldu kaşığa.
Huriye, fırının başında durmuş, gözlerini kaçırmadan izliyordu onu. Bir şey demedi. Ama gözleriyle “KIVI” yazılarının 145’incisini yazdı: “Bazı duygular, sadece pekmez gibi kaynatılarak anlaşılır.”
O an, köyün üstünden bir turna geçti. Ne bir ses, ne bir alkış… Sadece batırma hamurunun üstüne düşen bir gölge. Ve Hüso’nun dudaklarından dökülen tek cümle: “Bu yıl fırın biraz fazla sıcaktı Huriye. Belki de içimden…”
Cümle tamamlanmadı. Ama herkes anladı. Çünkü o gün, köydeki herkesin içinde bir şey kıvama geldi. Ve o kıvam, artık taşmaya hazırdı.
Ambar Dualı, Sevda Kuyulu
Sabah güneşi eğik açıyla vuruyordu Uzunyer’in taşlarına. Eşeğin sırtındaki küplerin içinden hafif bir “çıplı çıplı” sesi yükseldi, serinliğe kavuşan pekmez sevinçle ses veriyordu. Köy meydanından geçerken Huriye, bir küpün üzerine avcunu koydu. Fısıltısıyla dualadı: “İçine sabır kattık, harlı aşk, köpük köpük dua... kıyamete kadar bozulmasın bu tat.”Ambara varınca Hüso, her küpün altına bir ceviz yaprağı serdi. Yanına birer sözcük: “Sevda”, “Hasret”, “Sükûnet”, “Delilik”, “KIVI” Sonra yavaşça yüklükten eski bir defter çıkardı. Başına şöyle yazdı: “Bu küpler sadece pekmez taşımaz… Bazısı bir bakışı, bazısı bir vedayı saklar.”
Huriye, batırma hamurundan bir parça uzattı. “Sen yazdın, ben karıştırdım, aşk oldu bu,” dedi. Ve o an, köyün üstünden tekrar turnalar geçti .Ama bu defa biri geriye dönüp baktı. Sanki hikâyenin devamı orada, gökte yazılıydı.
Sucuğun Günlüğü
Balbaki kaynıyor, taşmaya yüz tutmuş Cevizli dizelerim, peltenin tam ortasında. İpe dizildim bir bir, dalga dalga savruldum Sökülmüş bir kırmızı don gibi Asıldım ceviz dalına… Utanmadım, kurudum, koktum ama aşk oldum.
Eşeğe yüklenirken son bakışı gördüm: Bir çift göz vardı, göl kıyısı gibi Ne söylerse titretirdi ladin köklerini. Küpün içi serin ama ben sıcağa alıştım O yüzden söz değilim artık Tatlıyım. Yapışkanım. İçine akarım suskunluğun.
Hüseyin yorgundu ama suskunluğu hâlâ diri duruyordu. Fırın sönmüştü, cevizli sucuklar ambara girmişti… Ama bir küp vardı ki henüz açılmamıştı: Kalbinin dibinde yıllardır sakladığı o kıvam.
O gece, Huriye fısıldadı: “Fırında çok piştik Hüso… Gel şimdi yastığın kıyısında serinleyelim.” Yatak odasında ne süs ne gösteriş vardı. Ama bir yorgan vardı ki altında geçmiş, sevda ve sessizlik vardı. Cevizli sucuklar baş ucundaydı, Ama asıl tat o gece ilk defa dile gelen duyguların nefesindeydi.
Hüso yavaşça konuştu: “Eskiden sadece fırın harlardım… ama bu gece ilk kez birini kendime yakın hissediyorum.” Huriye gülümsedi. O gülümseme, köyün tüm fırınlarını söndürdü, Yeni bir yangını da sadece Hüso’nun kalbinde değil yatağın içinde başlattı.
Ve sabaha kadar, ne ceviz eksikti, ne kıvam. Sadece bir şey yeniydi: Bu defa aşk da kaynadı. Hem de taşmadan, usul usul… balbaki gibi.
Kıvama Uyanmak
Sabah, söğüdün yapraklarına serinlik serpti. Hüseyin gözlerini açtığında, Huriye’nin nefesi hâlâ yastığın kıyısındaydı. Yorganın altında sadece beden değil, yılların suskunluğu da dinlenmişti. O an, dışarıdan bir türkü yükseldi: “Memleket... sevdana yürek gerek...” Bozdağlar dile gelmişti, dumanı üstünde bir ağıtla değil, bir kavuşma türküsüyle. Aybağam Deresi taşmıştı o sabah. Köylüler şaşkındı: “Bu mevsimde bu kadar su olur mu?” Ama kimse bilmezdi ki, o gece iki yürek birleşmiş, Dereler bile kıskanmıştı bu taşkınlığı.
Gögostas’ta ekin başakları halaya durmuştu. Ellik orak takımı, sabahın ilk ışığında tarlaya inmişti. Davul dümbelek çalıyor, Köy meydanında çocuklar batırma hamurundan top yapıyordu. Yaşlılar, “Bu sabah başka sabah,” dedi. “Bu sabah, kıvı sabahı.
Ekin başakları sabahın teriyle parlıyordu. Ama bu sabah, Hüseyin’in elleri sadece orak değil, kalbine de uzanıyordu. Düvene binmişti, boz eşeğin yerini kendi yüreği almıştı. Gökyüzü mavi değil, dövenin altında savrulan saman gibi altındı.
Huriye ise halayın başını değil rüzgârın ucunu tutmuştu. Eteği uçuştukça, köydeki tüm kavruk yürekler umutlanıyordu. Rüzgâr bir türlü asar yeli olmaya niyet etmedi o gün. Çünkü Huriye’nin eteği vardı meydanda, O etekle halay çekilirdi, ağıt değil düğün söylenirdi.
Ve Hüseyin bağırdı: “Bu harman seninle başladı Huriye! Ben düveni çekmedim, seni taşıdım; Dilimi yaba değil sevda eyledim!”
O an başaklar yere değil göğe döküldü sanki. Köyün orta yerine aşk serpildi, Aybağam Deresi’nde su, Gögostas’ta başak, İkisinde de Huriye’nin rüzgârı vardı
Bük Deresinde Fikret’in Ayak Sesi
Bük deresinin suyu serin değildi o sabah, Çünkü Fikret’in ayağı değmişti. Ayakkabısı yoktu, Ama her adımı bir harf gibi iz bırakıyordu çamura.
Çocuklar çimleniyordu, Ama Fikret çimlenmiyordu. O öğreniyordu. Suyun akışını değil, Zamanın kıvrımını okuyordu. Bir taş attı suya, Daire daire yayıldı düşleri. Diğer çocuklar su sıçratırken, O suyun altındaki yosuna bakıyordu: “Bu da bir alfabe,” dedi içinden, “Doğanın yazdığı.”
Düğene Binmeden Önceki Rüya
Daha düğene binmemişti Fikret, Ama samanın kokusunu ezberlemişti. Köyün ortasında dönen o daire, Ona göre sadece harman değil, Bir evrenin merkeziydi. Çocuklar sırayla binerdi düvene, Ama Fikret binmezdi. O kenarda durur, Dönen gövdeye değil, Dönen düşünceye bakardı.
Bir gün binmeye karar verdi. Ama ayağını basmadan önce Gözlerini kapattı. Ve o an gördü: İstanbul’a giden yol, Boz eşeğin sırtında değil, Düğenin göbeğinde başlıyordu.
Kapağı Kapattı ama Yüreği Açık Kaldı
İstanbul’a vardığında Ne vapur gördü ne kule. Bir atölyeye girdi, Ve kavanoz kapağı dökmeye başladı. Reçel doldu, Turşu bastı, Bal aktı, Yağ sızdı… Ama o hep aynı şeyi yaptı: Kapağı kapattı.
Her kavanozun üstüne bastı o metal halkayı, Ama kendi yüreğine Hiçbir şey basamadı. Çünkü onun yüreği Ne reçel gibi tatlıydı, Ne turşu gibi ekşi. O kıvamı hâlâ arıyordu.Bir gün kavanoz kapağını sıkarken Elini kesti. Kan değil, Bük deresinin suyu aktı içinden.
İlk Kalıp, İlk Çığlık
Matbaaya girdiğinde Elinde ne dosya vardı ne taslak. Sadece bir köyün kırk yıllık suskunluğu.
Kurşun döktü, Ama harf değil, Kırk kuyudan çekilen özlem aktı kalıba.Kitabın adı uzun değildi, Ama anlamı derindi: “Torosların Etteğinde Bir Köyün Yükselen Sessiz Çığlığı.” Sayfalar bastı, Ama her sayfa Ladin koktu, kekik koktu, Sığırkuyruğu, çekme, paytıran koktu. Ve her kitap kapağı kapandı, Ama Fikret’in yüreği Hâlâ açıktı. Çünkü o kitap Bir kapanış değil, Bir açılıştı.

KAZANCI’DA KIZ EVİ DERT EVİ – TAHRANA SOFRASI KIVIM RİTÜELİ
Sabah erkenden başladı telaş. Zeynep’in anası, göğsünde saban gibi bir yükle uyanmıştı. Kızın yaşı gelmişti ama çeyiz hâlâ eksikti. Evde kalma korkusu, namus lekesi, mahalle dedikodusu… hepsi bir arada köpürüyordu. Ama bugün başka, aday arama değil, görünürlük mühürleme günüydü.
Anası gözüne kestirdiği oğlan evine gitti. “Gız Hacce, ne öğürün?”
“Gız Zeynep, nöğörüyüm, darı siftirim.” Zeynep eteğini kıvırdı, şalvarının içine kuşak yaptı, oturdu. Başladı darı siftemeye. Her darı siftemesinde sanki derdini siftedi. Siftedikçe rahatladı, saban içten sürüldü. Muhabbet koyulaştı, kıvım kabardı. Sohbette laf kıvırıldı, gönül okşandı, saban sözle sürüldü.
Gız, niye yabancı gomşu gibiyiz? Biz akraba değil miyiz? Birbirimize gelip gidelim.” Fadime, “Doğru söliyong gız,” dedi.
Der demez Zeynep ağzındaki baklayı çıkardı:“Gız, ailecek gelin, akşama patates tarhanası yapıp yiyelim.”

TAHRANA RİTÜELİ KÖPÜRÜR
Patates haşlandı ama buharda değil, dertle sabanla. Soğan, yeşil biber yağda kavruldu ama dua gibi değil, gözyaşı gibi. İnce bulgur yoğruldu ama avuç içiyle değil, gönül içiyle.
Tarhanalar yapıldı ama çay tabağı değil, kızın kaderi kadar büyük.
Sacda pişti ama odun ateşi değil, anasının içindeki sabanla. Ama esas saban Zeynep’tedir. Eli hamurda, gözü Ali’de ama bakışı dua gibi saklıdır. Anası övgüyü saban gibi sürer. Ali kulak kabartır ama kaşık sesi değil Zeynep’in kıvımını duyar. Alnı terler ama bu sefer horoz eti değil, Zeynep’in eteğinde dönen sabandır.
Tarhana pişer ama saban hâlâ dönüyor. Ayran içilir ama gözler Zeynep’tedir.
Anası lafı saban gibi kıvırır. Ali kaşığını düşürür ama herkes kaşığa değil, Zeynep’in sabanına bakar. Sofra artık yemek değil, eşlikli bir mühürleme, görünürlük ritüelidir. Kız anası sabanı sürdü, oğlan anası gözle biçti. Ve Kazancı’da tarhana, kocaya giden yolun dua gibi pişmiş hâli oldu.

KAZANCI’DA ARABAŞI GECESİ
Kazancı’da arabaşı geceleri dedikodu kazanının kaynadığı, genç bakışların oynadığı gecelerdir. Kaşık şıngırdarken gah bakış oynar gah göbek. Bazen kaşık düşer, söz susar, göz utanır.
İlk kar sabaha karşı düştü. Toprak beyaza bürünürken Kazancı’nın taş sokakları sabanı çağırır gibi sessizleşti. Evlerin saçaklarından sarkan buzlar horozun tüylerine dua gibi dokundu. Ocaklar yakıldı, kazanlar çıkarıldı, mahalle arabaşına hazırlandı.
Avlunun ortasında büyük bir masa kuruldu. Üzerinde mısır unundan yapılmış hamur tepsisi, yanında horoz etli çorba kazanı. Odun ateşi hâlâ canlıydı, saban gibi dönen kepçeler çorbayı mühürlüyordu.
Ayşe Teyze gülüyordu. Sarkan göbeği kahkahasıyla birlikte inip kalkıyor, göbeğin ritmi kahkahanın kıvımına eşlik ediyordu. Zıplatmakta zorlanmıyordu çünkü göbek kendi ritmini biliyordu. Her kahkaha bir saban, her sarkma bir dua. Birden Ayşe Teyze kahkahayı patlattı: “Ali dikkat et, halı boğazına takılmasısın!” Bu söz sofraya bir dedikodu kıvımı kattı. Kaşıklar durdu, gözler Ali’ye döndü, saban bir anlığına sustu.
Gızlarda bir gülümseme yayıldı, sofranın üstüne saban gibi serildi. Ali mahçup oldu, alnından ter çorba tasına damladı. Göyneğini koluyla sildi ama saban hâlâ gözlerinde dönüyordu.
Zeynep Abla başını eğdi ama sesi yüksekti: “Ali, sana yağlık işleyen olmadı mı? Yaşın geldi, sana yağlık işleyecek birini bulalım. Terini yağlığa sil.”
Freide utangaçtı. Gülüşünü gizliyor, kaşığını çorbaya değil halıya daldırıyordu. Gözleri Ayşe Teyze’deydi ama bakışı saban gibi saklıydı.
Velî’nin bıyıkları yeni terlemişti. Henüz saban sürmemişti ama gözleri Ayşe’nin göbeğinde, kıvımı çözmeye çalışıyordu.

ALİ’NİN SÜMÜKLE MÜHÜRLENEN ERGENLİK RİTÜELİ
Ali’nin alnı parlıyordu. Ter çorba tasına damlamaktan vazgeçmiş, artık sümükle yarışıyordu. Burnunu çekti ama çektiğiyle kalmadı. Sümük saban gibi kaydı, kaşığın ucundan çorba tasına düştü.
Bir anlık sessizlik oldu. Ayşe Teyze göbeğini zıplatmayı bıraktı, Freide gülüşünü gizlemeyi unuttu, Velî’nin bıyıkları terden değil utançtan ıslandı.
Zeynep Abla başını eğdi ama sesi yine yüksekti:“Ali, sana yağlık işleyen olmadı mı? Şimdi de sümüğünü mü göyneğine sileceksin?”
Ali çaresizdi. Göyneğini koluyla sildi ama sümük hâlâ tasın kenarında dua gibi duruyordu. Kaşıklar geri çekildi, horozun eti bir anlığına unutuldu. Sümük arabaşı gecesinin yeni dedikodusu oldu.
Freide hafifçe güldü ama gülüşü yine gizliydi. “Ben de ergenim,” dedi içinden, “ama sümüğüm dua değil.” Ayşe Teyze yeniden kahkaha attı, göbeği saban gibi zıpladı. “Ali dikkat et, bu sefer halı değil sümük boğazına takılmasısın!”
Gızlar güldü ama bu sefer gülümseme değil, kahkaha yayıldı sofraya. Velî gözlerini Ayşe’den kaçırdı ama kaşığını da çorbadan. “Ergenlik zordur,” dedi içinden, “ama sümükle mühürlenirse kolay unutulmaz.”
Zeynep Abla sabanı yeniden sürmeye başladı: “Ali’ye bir yağlık değil, bir burun bezi işleyelim. Rızayla, sabanla, kıvımla.”

SOFRA TOPLANIRKEN KIVIM KÖPÜRÜR
Kızlar sofrayı toplamaya başladı. Kaşıklar toplanıyor, hamur tepsisi kaldırılıyor ama dedikodu hâlâ sofrada. Bulaşık suyu saban gibi sıcak, köpükler dua gibi kabarıyor.
Zeynep bulaşık yıkarken Ali’ye bir bakış attı ama bu bakış çorba tasına değil, doğrudan göğsüne. Ali’nin alnı yeniden terledi ama bu sefer horoz eti değil, Zeynep’in kıvımıydı sebep. “Gız, sen de az değilsin,” dedi Fatma Teyze, göbeğini zıplatmadan.“Biz horoz eti yerken sen bakışlarınla Ali’yi yedin.” Zeynep gülümsedi ama gülümseme değil, saban gibi bir kıvım yayıldı bulaşık leğenine. Ali’nin göyneği yine ıslandı ama bu sefer ter değil, utançtı. Kaşığını yere düşürdü ama herkes kaşığa değil, Zeynep’in bakışına odaklandı. Feride hâlâ utangaçtı ama göz ucuyla Zeynep’i izliyordu. “Bu gız kıvımı gözle sürüyor,” dedi içinden, “ben daha sabanı tanımadım.”
Velî’nin bıyıkları yeniden terledi ama bu sefer Ayşe’ye değil, Zeynep’e kaydı.“Bu mahallede saban sadece tarlada değil, sofrada da sürülüyor,” dedi Zeynep’in bakışına kapılan herkes.

RÜYADA BİNİLEN AT, ÇEŞMEDE DURULAN GÖZ
Gece Kazancı’ya sessizce çökmüştü. Horoz eti sindirilmiş, dedi kodular yastığa gömülmüş, arabaşı sabanı rüyaya dönüşmüştü.
Ali yatağında dönüyordu. Rüyasında beyaz bir at vardı ama üzerinde prenses değil, Zeynep vardı. Beyaz gelinlik içinde, saçları rüzgârla yarışıyor, gözleri saban gibi Ali’ye sürülüyordu.
Ali atın dizginini tutuyordu ama yönü Zeynep belirliyordu. Rüya saban gibi dönüyor, kıvım gibi köpürüyordu.
Sabah oldu. Çeşme başında buluştular. Su saban gibi akıyor, taşlar dua gibi parlıyordu. Ali utangaçtı. Zeynep gülümsedi ama bu gülümseme değil saban gibi bir kıvım yayıldı çeşme taşına.
“Ali,” dedi Zeynep, “rüyanda ne gördün?” Ali sustu. Gözleri yere kaydı ama sabanı Zeynep’in gözlerinde arıyordu. Zeynep başını eğdi, sonra hafifçe “Hı…” dedi. “Ben de senin gibi sustum. Söylemesi zor değil mi, Ali?”
Ali gülümsedi. Ama bu gülümseme değil, saban gibi bir mühürdü. Saatlerce bakıştılar. Su aktı, saban durdu, rüya gerçek oldu.

BATIRIK SOFRASI – BACADAN DUMAN TÜTEN KIVIM RİTÜELİ
Avluya büyük bir sini serildi. Üzerinde batırık, acı biberli, sarımsaklı, limonlu, kıvım kıvım köpürmüş. Yanında turşu, yanında ekmek ama esas saban Zeynep’in eteğinde dönüyor.
Kadınlar kaşık sallıyor ama gözler Zeynep’te. Eli etekte, etek fır fır dönüyor. Zeynep mahcup gibi ama mahcup değil, toplum baskısının sahte rolünü oynuyor.
Altan bakıyor ama bakışı kontrolsüz. Namusu zedelememek için susuyor ama susuşu saban gibi köpürüyor.
Ali karşısında. Batırık kaşığını tutamıyor, gözleri Zeynepte. Saban sürülüyor, ama bu sefer gözle, etekle, susuşla.
KAZANCI’DAN ŞEHİR ŞEHİR SILA KOKUSU
EKİM AYI ERZAK MEKTUBU
Ekim geldi mi Kazancı’da yük kamyonları saban gibi kalkar. İstanbul’a, Adana’ya, İzmir’e, Ankara’ya, Antalya’ya… Her biri bir gönül taşıyıcısıdır. Kimi oğluna, kimi kızına, kimi gelinine, eşine, nişanlısına. Ama hepsi aynı şeyi gönderir: memleket kokusu.
Nakliye üründen pahalı olur ama kimse hesap sormaz. Çünkü o kolide hesap değil, hasret vardır. Pekmez, sirke, üzüm, elma, ayva, nar… Bulgur, un, turşu, fasulye, patlıcan, soğan, patates… Her biri bir mevsim, bir dua, bir nasırlı el izi taşır.
Kimi Aybaham’dan bir şişe su koyar. Alnına çay kaşığıyla bir yudum sürer, zemzem gibi içer. Kimi Körkuyu’dan kavanoza toprak koyar. Keseye Kırkkuyu’dan kekik serer. Kimi petek petek bal yollar. Bal tadı ile keş tadı aynıdır gız, ikisi de sıla kokar.
O kolinin kapağını açınca bir annenin duası çıkar, bir bacının nasırlı eli dokunur, bir köyün sabah serinliği yüzüne vurur. Her ürün bir kelime, her tat bir kıvım, her koku bir eşlikli ritimdir.
SILA KÖPÜĞÜ FİNALİ
Gelen unla ilk arabaşı hamuru dökülür. Hamur saban izi gibi yayılır tepsiye. Arabaşı çorbası hazırlanır, acı, kıvranan, dua gibi. Konu komşu davet edilir. Ama bu davet sadece yemek değil, rızaya çağrıdır.
Yanına Kazancı’dan gelen turşu konur. Turşu zamanın tuzudur. Her lokmada bir bacının nasırı, her yudumda bir annenin duası. Kazancı sıla kokusu tadılır. Ama bu tat damakta değil, gövdede köpürür.
Ardından cevizli sucuk gelir. Aybaham suyu ile demlenmiş çay eşlik eder. O çay zemzem gibi içilir. Ama kıvımı saban gibi derindir.
Ve o gece İstanbul’da Bozdağ’dan bir yel eser. Yel sadece rüzgar değil, sıla çağrısıdır. Gönülleri dağlara, tepelere taşır. Her gönül bir koli olur. Her koli bir memleket olur. Her memleket bir kıvım olur.
FİNAL
Bu sahne sadece yemek değil, ritüel.
Sadece tat değil kıvım. Sadece sohbet değil sıla köpüğü

ULUKÖY’DE KÜRT NEBİ OĞLU KÜÇÜK DURMUŞ AYDIN
Kazancı’nın kuytu bir köşesinde, bir taş plakçalarda dönen türküydü ilk ana sütü. Babasının tahta balkonunda, Nida Tüfekçi’nin “Gine bir hal oldu ben özüm özümə” diyen sesiyle tanıştı dünyayla. Neşet Ertaş’ın “Döngel Zeynebim”ini her dinlediğinde, çocuk gönlünde bir zeytin ağacı büyürdü. Müzik onun için dil değil, damar oldu. Halk ozanlarını kasetten değil karacadır kaşların ferman yazdırır diyen göçerlerden öğrendi.
Evin önünde tuzlu yoldan geçen Tozlu’ya göç eden koyunları saydı. “Me –mee” seslerinde notalar ördü. Koyun kuzunun dili oldu çanda ses kavalda nota oldu. Öttü Asar yelinde. Aktı Uşmungar suyunda.
“Askeri Bandoda Ulu Köylü Bir Yörük”
Kavalı kamıştan değil, göğsünden yonttu. Astsubay bandosu sınavına girdiğinde, ne nota bildi, ne solfej. Ama bir “Bozkırın Tezenesi” vardı içinde ve o tezeneyle tellere bastı. Bandoda davul çaldı, trompet üfledi, ama hep içinden cura sesi geçti. Binlerce konser verdi ama hiçbir alkış Kazancı’daki yayla düğünündeki tek ağızlık zılgıt kadar değildi.
“Emeklilik Değil Yeniden Başlangıç”
Bir gün üniformasını çıkardı, ama sazını asmadı. Kazancı’ya döndüğünde artık sadece bir dinleyici değil, bir anlatıcıydı. Gabalak’ta çobanlara, Derekahve’de çaycılara, okul bahçesinde çocuklara, Kelsuyundere’de coşkun akan sellere türkü söyledi. Uşmungar’da ilehanın, asmanın söğüdün yaprağına ses üfledi İlehana oturdu göbeğe, badılcan gerdena... Köylünün sesi oldu, kavalı kamış değil, toprağın içinden çıkan kıvı gibi çaldı. “Yaylamda ot bitmiyor” türküsünü yaylada bir kuşla düet yaptı.
“Kazancı’nın Sesi”
O artık bir sanatçı değil bir bellek. Kazancı’nın taşına gömülü ağıtları, kilim desenli bir sesle örüyor. Onu dinleyen çocuklar, türkülerle büyüyor. Konserleri bitmiyor, çünkü o plak değil, dönen bir hikâyedir. Kazancı’da biri doğsa adını önce türküde duyar. Çaldığı her ezgi yerin altındaki dedelerle yerin üstündeki torunları birleştiriyor.
LADİN GÖLGESİNDE DOĞAN MUHTAR
Kazancı Yukarı Mahalle’de, imamlar sülalesinden bir çocuk doğdu: Hasan. Ama halk onu yıllar sonra “Hacı Muhtar” diye anacaktı. Çünkü o sadece muhtar olmadı, bir halkın yürüyüşüne yön verdi.
Cumhuriyet’in ilanından sonra, “Kayıtsız Şartsız Millet Egemenliği” daha mürekkebi kurumadan, Hasan Erdem köy meydanında ilk kıvıyı attı: “Yol yoksa, biz açarız.”
Yolun Başında
1930’lar… Tek partili dönemin gölgesinde, Kazancı’da siyaset bir soba kadar uzaktı. Ama Hasan Erdem, Konya’dan dönerken bir teneke soba getirdi. Köylüler şaşkındı: “Odanın ortasında ateş yanıyor, gidip bir bakmalı!” Ama o soba, sadece ısıtmadı, bir halkın zihnini tutuşturdu.
Kıbrıs’tan Gelen Keman
Sülalesi Kıbrıs’a uzanıyordu. Bir gün evine bir keman geldi hediye. O keman çalınmadı belki, ama Kazancı’nın kaderini bir yay gibi gerdi

KIVI BİYOGRAFİ SERİSİ “Hacı Muhtar: Kazancı’nın Yol Açan Gölgesi” “Konya Yolunda Teneke Soba”
1939 yılıydı. Konya İl Genel Meclisi toplantısı için yola çıkan iki adam vardı: Emin Hami Koçaş ve Hasan Erdem. Biri Ermenek’in belediye başkanı, diğeri Kazancı’nın muhtarı ama ikisi de bir halkın temsil gücüydü.
Konya’ya her gelişlerinde valinin binek arabası onlara tahsis edilirdi. Ama Hasan Erdem’in gözü arabada değil, Konya çarşısındaki yeniliklerdeydi. Bir gün, teneke soba aldı. Köye döndü, kurdu. Ve o gün Kazancı’da “odanın ortasında ateş yanıyor” efsanesi doğdu.
Soba mı, devrim mi?
Köylüler sıraya girdi. Sobaya değil, ateşin ortasında dönen kıvıya bakmak için. Çünkü o soba, bir ısınma aracı değil, bir zihniyet kıvılcımıydı.
Kemanın Sessizliği: Kıbrıs’tan gelen akrabaları vardı. Bir gün evine bir keman geldi hediye. Çalınmadı. Ama o keman, Kazancı’nın kaderine ince bir yay gibi gerildi. Sesi çıkmadı belki, ama her suskunlukta yankılandı
“Hacı Muhtar: Kazancı’nın Yol Açan Gölgesi– “Tepecik Yamaçlarında Kenger Kahvesi”
1940’lı yılların başıydı. Tepecik Mahallesi’nin yamaçlarında bir yol açılıyordu. ama bu yol, sadece toprakta değil, bir halkın belleğinde kazılıyordu.
Ermenek Kaymakamı Osman Fikri Bey, nam-ı diğer “Yolcu Kaymakam”, çalışmaları yerinde görmek için geldi. Ama öyle kuru kuru değil Kazancı usulüyle, pürenin gölgesinde, kenger kahvesi eşliğinde.
Alime Garı’nın Sofrası: Ev sahibi Alime Garı, Anamur kökenli, görgülü, eli çabuk, dili tatlı bir kadındı. Kaymakama ve heyete kenger kahvesi ikram etti. Kahve değil, dağdan toplanmış dikenin duasıydı.
Misafirler kahveyi içerken, yoldaki işçiler arasında bir kavga patladı. Topçu Osman, muhtarlık temsilcisine yumruk savurdu. Jandarma geldi, Osman kaçtı, ama sonunda kıvı galip geldi, barış sağlandı.
Kavga büyüyünce, Anamur Savcılığı düğmeye bastı. Sanıklar: • Hacı Muhtar • Efe Halil • Pambık Mustafa • Ve birkaç kıvı yoldaşı daha…
Silifke Ağır Ceza Mahkemesi çağırdı. Muhtar atına bindi, diğerleri yürüdü. Yol uzun, ama kıvı daha uzundu.
Ali Dağaşan’ın Türküsü: Gülnar civarında Tersakan ve Abanoz’dan gelen Yörüklerle karşılaştılar. Selamlaştılar. Ali Dağaşan sazı aldı: “Yayla bizim, gölge sizin, ama kıvı hepimizin…” Fıkralar, maniler, mahkeme yolunu düğün yoluna çevirdi.
“Mahkemeye giden eşek yolda türkü öğrenmiş, dönerken saz çalıyormuş!”

KIVI BİYOGRAFİ SERİSİ “Hacı Muhtar: Kazancı’nın “Belediyeye Dönüşen Muhtarlık ve Sonsöz”
Yıl 1972… Kazancı artık büyümüştü. Muhtarlık, belediyeye dönüşüyordu. Ama bu dönüşüm, bir makam değişimi değil, bir halkın kıvı devrimiydi.
Hacı Muhtar’ın açtığı yollar, sadece taşla değil, terle, sözle, sobayla döşenmişti. Ve şimdi, o yolların üstüne belediye tabelası çakılıyordu.
Arşivdeki Son Satırlar: Muhtarlık karar defteri arşive kaldırıldı. Ama içindeki her satır, bir halkın vicdanıydı. 2 lira 20 kuruşluk adalet, üçer liralık yardımlar, kenger kahvesiyle mühürlenmiş barışlar… Hepsi şimdi bir belediyenin hafızasına devrediliyordu.
“Muhtarlık defteri kapanınca, biri demiş: ‘Artık kararları daktiloyla yazacaklar, ama kıvıyı kim mühürleyecek?’” Sonsöz: Hacı Muhtar, bir soba getirdi, bir keman susturdu, bir yol açtı, bir halkı konuşturdu.
O artık aramızda değil belki ama Kazancı’nın her taşında, her ladin gölgesinde, her kıvı kıvı anlatıda yaşıyor
“Kazancı’da Su Yoksa, Kıvı Var” “Aybağam Deresi ve Helke Kervanı”
1955 öncesi Kazancı… Su yoktu. Çay yoktu. Ama kıvı vardı. Kadınlar sabahın köründe helkeleri omuzlayıp Aybağam Deresi’ne yürürdü. Yol, kardan kapanırdı. Bir saat önce açılan iz, bir saat sonra yeniden kaybolurdu.
Kürekle açılan su yolu, bir halkın sabrıyla kazılırdı. Ayaklar buzda kayar, dizler morarıp geri dönerdi. Ama helkeler boş dönmezdi
“Kazancı’da Su Yoksa, Kıvı Var” “Çimme Suyu ve Helke Kervanı”
Kazancı’da kadın olmak, bir helkeyi omuzlamakla başlardı. Aybağam Deresi’ne giden yol, karla kapanır, kürekle açılır, ama yine de kapanırdı. Kadınlar bu döngüyü ezberlemişti. Her sabah, karın üstüne kıvı gibi iz bırakırlardı.
Çimme Suyu Yolculuğu: “Çimme suyu” dedikleri, yıkanmak için değil, yaşamak için gerekliydi. Ama o suya ulaşmak, bir düğün alayından daha kalabalık, bir cenazeden daha sessizdi.
Kadınlar sırayla yürürdü. Önde gidenin ayağı kayarsa, arkadaki “kıvı”yı tutardı. Bir keresinde, helke devrilmiş, su değil, sabır dökülmüştü.
“Bir gün helkeyi başına geçiren Hatçe, ‘Ben bu suyu içmeye değil, çimmeye götürüyorum!’ deyip derenin ortasında yıkanmaya başlamış. O günden sonra köyde ‘Hatçe gibi çimmek’ deyimi doğmuş.”
“Kazancı’da Sinema Vardı” Işık Hüzmesiyle Başlayan Geceler
Kazancı’da sinema, bir eğlence değil, bir kaçıştı. İsmet Usta’nın eviyle Akif Usta’nın yeri, köyün iki kutsal salonuydu. Akşam olur olmaz, yüksek volümden “Harmandan Gel Harmandan” çalardı. Köylü, tarlasından, davarından döner, tahta sıralara bir saat önceden otururdu. Yumruk kadar bir delikten çıkan ışık, iki kasnak arasında döner, bize başka bir dünyanın kapısını aralardı.
Yumurtaya Sinema ve İlk Cinsiyet Algısı
Gürbüz 5 yumurtaya bilet alırdı. Biz sinema arası verilen o kısa molada ilk cinselliği gözle değil şaşkınlıkla tanırdık. Silah patlar, yere yatar, altımıza işerdik. At kişner, biz kaçardık. Ama her film, biraz daha büyütürdü bizi. Yılmaz Güney’in bakışı, Fatma Girik’in suskunluğu, Türkan Şoray’ın gözyaşı bizim ergenliğimizin ilk öğretmenleriydi.
Sinema Savaşları ve Köyün İdeolojik Haritası
Girne Sineması mı, Uğur Sineması mı? Köy ikiye bölünürdü. Solcu köylüler Yılmaz Güney’e akardı, milliyetçi delikanlılar Cüneyt Arkın’ın kırdığı kemiklerde kendi öfkesini bulurdu. Uzakdoğu’dan gelen Bruce Lee, bir gecede köyde karate furyası başlatırdı. Ama herkes bilirdi: Kazancı’da sinema, sadece film değil, ideolojiydi.
Film Kopar, Hayat Devam Eder
Film iki üç defa kopardı. Işıklar yanar, bant tekerleri görünür, herkes “Aha yine koptu!” diye bağırırdı. Sigara serbestti ama bulmak meseleydi. Faruk merhum, paketi beş liraya alır, dalını iki liradan satardı. Mehmet Çavuş, “Ver bakayım şu sigarayı,” der, çaktırmadan kırar, “Al len, bu kırık” deyip geri verirdi. Ama herkes bilirdi: bu da sinemanın parçasıydı.
Sinema Biter Ama Işık Kalır
Film biterdi ama bizim içimizde bir şey başlardı. Yılanların Öcü, Susuz Yaz, Teneke… Hepsi bize toprağı, kadını, suyu, ve suskunluğu öğretti. Kazancı’da sinema, bir perde değil, bir halkın hafızasıydı.
Körpınar’da keklik vurulmuş, ama asıl hedef oy sandığıymış. Hüsamettin Öğretmen sabah 07.30’da yeğenlerine çay değil, “koltuğu” ikram etmiş. Rakip partinin seçmeni gelmiş, o da demiş ki: “Hoş geldiniz, sandıkta değil, gönülde yarışırız.”
Köy kadınları don dikmiş, ama biri yanlışlıkla “oy pusulası cebine” fermuar koymuş. Seçim günü herkesin donu sağlam, ama fikirler uçuşuyor.
Mahmut sandık başında oy kullanırken “Hocam, bu pusula neden ıslandı?” demiş. Öğretmen gülmüş: “Evladım, o senin terin değil demokrasinin buharı.”
Fadime sandık görevlisi olmuş. Her oy pusulasına mühür basarken “Ben bu köyün kaderini mühürlüyorum,” demiş. Mahmut dayanamamış: “Fadime, senin mührün sadece pusulaya değil, kalbime de bastı.”
Keklikten Kıvıya, Şalvardan Şiire
Batman kaklığı mı güzel, yoksa Mahmut’un şalvarı mı? Köyde tartışma büyümüş. Hüsamettin Öğretmen araya girmiş: “Şalvarın güzeli olmaz, içinde yürüyen niyet güzeldir.”
O sırada biri demiş: “Hocam, bu şalvar biraz dar.” O da gülmüş: “Dar olan şalvar değil, senin sabrın evladım.”
Balbeki’nin Dibinde Duran Söz Aybağam Deresi kıyısında Mahmut elinde tahta kaşıkla karıştırıyor: “Hocam,” diyor, “aşk dediğin nedir?” Hüsamettin Öğretmen gülümsüyor: “O, kazanı dibi tutmadan karıştırmaktır, evladım. Gözünü kaçırmadan, ama dibini de yakmadan…”
O sırada Fadime geliyor, elinde iki çömlek. Biri kıvıyla, biri sükûnla dolu. İkisini karıştırıyor. Ve o an köydeki tüm sözlüklerde ‘aşk’ kelimesi yeniden tanımlanıyor.
“Kazancı’da Ağda Tutmazsa, Aşk Yanar”
Mahmut, Hüsamettin Öğretmen’in evine sabah çayı bahanesiyle geldi. Ama niyeti çay değil, Fadime’nin ocağındaki bakır kazandı. Ağda kaynıyor, kıvam arıyor. Hoca baktı, “Evladım, aşk gibi bu da: erken karıştırırsan olurken bozulur, geç kalırsan dibini tutar.”
Mahmut anlamadı. Fadime bir damla limon sıktı, ağda parladı. Mahmut o gün anladı: Limon bazen şekerin bile yüreğini titretir.
Mahmut ağdayı tadınca dudaklarını buruşturdu: “Hocam bu biraz acı mı olmuş?” Hoca gülümsedi: “Acı değil evladım, Fadime’nin sabırsızlığı.”
Ağda soğurken, tavuklar kazanın etrafına toplanmış. Mahmut bağırmış: “Bırakın kızlar, bu kıvı size göre değil!” Tavuklardan biri gıdaklamış: “Biz Fadime’den ders alıyoruz, aşkı kokudan öğreneceğiz.
“Kazancı Lisesi”
Kazancı’ya lise açılacağı haberi yaylada davuldan önce yürüdü. Çoban Tığgulak sabah sürüyü salmak yerine, “Bugün çocuklar ilim öğrenecek,” diye keçilere nutuk çekti. Hüsamettin Öğretmen belediye başkanı sıfatıyla değil, don diken, şalvar diken gönül başkanı kimliğiyle sınıfları gezdi.
Fadime okula kaydolmuştu. Şalvarının cebinde tükenmez kalem, ama sırtında hâlâ helke izi. Sınıfta ilk dersi Öğretmen Mahmut verdi:“İçinizde ’sınav korkusu’ olan varsa… bilsin ki biz kıvının içinden çıktık, kağıttan korkmayız!”
Yoklama alırken Fadime ciddiyetle seslendi: “Burdayım öğretmenim ama aklım bahçede.” Öğretmen cevap verdi:
“İyi, aklın bahçedeyse bedenin sınıfta kalsın. Zaten bilgi toprağa düşmeden filizlenmez.”
Mahmut, teneffüste Fadime’ye açılmak istedi. “Elindeki silgiyi bana verir misin?” dedi. Fadime bakmadan: “Kalem kırılmadan silgi verilmez Mahmut.” Mahmut o gün ergenliğe değil, edebiyata geçti
“Kaymakam Vekili, Kıvı Arabulucu”
Kazancı’da iki aile yıllardır küs. Birinin ineği ötekinin bostanına girmiş, ama mesele inek değil dede yadigârı toprak. Hüsamettin Erdem çağırmış ikisini de. Çay demlemiş, sofraya kuru ekmek koymuş. Demiş ki: “Bu ekmek kuruysa, sizin gönlünüz de çatlamış demektir. Ama suyu ben koyarım, siz yeter ki kırıntıyı paylaşın.”
O gün bostan da affedildi, inek de. Ama asıl barış, iki ailenin çocuklarının aynı sıraya oturmasıyla başladı.
Mahmut araya girmiş: “Hocam, bu uzlaşma protokolü mü, yoksa düğün davetiyesi mi?” Hoca gülmüş: “Evladım, bazen barış, düğünden daha çok oynatır insanı.”
“Adliyelik Olay, Helkeli Çözüm” İki kız saç baş yolmuş. Biri demiş: “Sen benim helkemi çaldın!” Diğeri: “Senin helken benim gölgemde kurudu!” Kız babası baltayla gelmiş, karşı kıza tahra savurmuş. Olay adliyelik. Ama Hüsamettin Erdem demiş ki: “Bu köyde mahkeme yok, helke var. Helkeyi paylaşamayan, kıvıyı da taşıyamaz.” Kızlar barışmış. Helkeler değiş tokuş edilmiş. Ve o gün Kazancı’da ilk “helke uzlaşma protokolü” imzalanmış.
Fadime demiş ki: “Hocam, bu helke biraz eğri.” O da cevaplamış: “Evladım, gönül gibi düz olanı yoktur, ama taşıdığı kıvı çoktur
Ceket Asılsa Yeter
Kasabanın adı bile unutulmuştu artık. Ama herkes bilirdi: TSİP’in 1964’te %98 oy aldığı, ceketin bile seçimi kazandığı yerdi burası. Ve o ceket, bu kez bir kel çobanın sırtındaydı.
Keş Ekmek ve Kürekte Sepet
Kel Çoban’ın evi yoktu ama her sabah 20-30 keçisiyle dağın göğsüne göç ederdi. Azığı: sadece keş ekmek. Evde arada bir bulgur pilavı, meyve, sebze, çay, kola? Yoktu. Ama eksik de değildi. Küreğinin ucunda bir sepet asılıydı hep. Bahçe sahibi üzüm, domates, biber koyarsa çocuk gibi sevinirdi. Ama asla izinsiz almazdı. “Emanet değilse, kıvı da değildir,” derdi.
Ceket mi, Kahraman mı?
Basın bir gün geldi. Manşet attılar: “Ceket değil kel çoban kazandı!” Ama o sadece güldü. “Ben kazanmadım,” dedi, “Ben sadece suyun nöbetçisiyim.
Erken Kırılma
Tepecik Mahallesi’nde doğan Abdullah Pilatin, tek çocuktu. Babasını küçük yaşta kaybetti. Annesi Yeter, kısa süre sonra Göze Hüseyin’le evlendi. Pilatin, çocuk yaşta Mersin’e gönderildi. Orada önce bulaşıkçılık yaptı, sonra kendi lokantasını açtı. Bir gün Atatürk Mersin’e geldiğinde, Pilatin lokantasının önüne kırmızı halı serdi. Bu olay, onun adını ilk kez duyurdu.
Firar ve Sürgün
Bir sebeple hapse düştü. Ama orada kalmadı. Bir geminin ambarına gizlenerek firar etti. Cebeli Tarık Boğazı’nda yakalandı. Yemen’deki Türk Elçiliği’ne teslim edildi. Orada 6 ay kaldı. Sonra köyüne döndü. Ama Mersin’deki hanımı onu terk etmişti.
Duvar, Toprak Dam
Köyde yeniden evlendi. Konuşkan biri değildi. Yapı ustalığı dediği bir felsefeyle yaşadı. Taş duvarlı, toprak damlı evler yaptı. Herkesle konuşmazdı. Sadece anlayacak olanlarla sohbet ederdi.
Seçimlerinin Gölgesinde
1972’de, kendi evinde Kör Kemal’le gizli bir toplantı yaptı. Belediye seçimleri yaklaşırken, Alanya’da Karayolları’nda çalışan İsmet Polat’ı aday göstermeye karar verdiler. Bakırcı’nın ceep’iyle getirilen Polat, seçimi kazandı. Eski muhtarlık binası, belde binası oldu. Tahta masa, tahta sandalye, koltuk… Ama en önemlisi: İlk resmi araç olarak bir jeep alındı. Ve köyün ilk çevre yolu onun döneminde açıldı.
Töreni ve Yedi Pınarın Kıvı Çemberi
Kazancı’da bir çocuk ağlamaya başladığında ve bu ağlama yedi gün yedi gece sürerse, köylüler der ki: “Bu artık yaş değil dütüdiyedir.”
Dütüdiye Nedir?
Dütüdiye, Kazancı halk inancında yaşla gelen kıvı taşmasıdır. Ağlaması durmayan çocuğa, yaşından büyük bir kıvı yüklenmiştir. Bu yükü hafifletmek için Yedi Pınar Töreni yapılır.
Yedi Pınar Çemberi
Köyü daire şeklinde çevreleyen yedi kutsal pınardan yedi tas su alınır: Aybağam Pınarı,Ayyanı Pınarı, Kazan Pınarı, Öngez Pınarı, Hazancık Pınarı, Köypınarı, Vetürbe Pınarı (Sakat Dede ile Muslu Türbesi arasında yer alır)
Bu sular, çocuğun alnına, avuçlarına ve topuklarına çimdirilerek uygulanır. Amaç: Kıvı fazlasını toprağa iade etmek.
Türbe Okutması ve Arılık Bağlaması
Törenin ardından çocuk, Sakat Dede Türbesi ve Muslu Türbesi arasında gezdirilir. Orada şu nesneler bırakılır: Arılık (arı kovanı) Madeni para, Darı, buğdaş, kavurgalık Ve bir parça bez, dilek düğümüyle bağlanır. Bu bez, ağlamanın değil — kıvının çözülmesini simgeler.

GARADUT AĞACININ ALTINDA DOĞDU KASIM ALİSİ. ŞAH DAMARI KESİKTİ AMA KIVIMI DİRİ.
92 Harbi’nde 7 hafta savaşmıştı. Doktor sordu: “Garadut yedin mi?” Cevap: “Bizim evin önünde bir ağaç var, her gün iki sepet yerim.” Bu cevap, sadece bir beslenme değil—bir milletin damarına dökülen kıvımdı.
Akşehir’de 2 katlı ahşap konakta 139 mum yanıyordu. İbrahim Dede, Atatürk’ün emir eriydi. Geceli gündüzlü bir hafta boyunca zafer planları döşendi. Elektrik yoktu, gizlilik şarttı. Her masa, harita, belge mum ışığında aydınlatıldı. O konakta, milletin kaderi yazıldı.
İnönü’de İsmet Paşa, Eskişehir’den Dumlupınar’a kadar mevzileri savundu. Yunan ordusu Afyon’a kadar ilerledi ama geri püskürtüldü. Mustafa Kemal telgraf çekti:
“Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makus talihini de yendiniz.” Dumlupınar’da ölüm kalım savaşı verildi. 30 Ağustos 1922’de taarruz başladı. Afyon’un güneyinden başlayan saldırı, Dumlupınar’da sona erdi. Yunan ordusu bozguna uğradı. Bu artık bir savaş değil bir milletin yeniden doğuşuydu.
Cephede yemek yoktu. Emine Nine, arpa bokundan arpa seçti. Çorba yaptı. O çorba, sadece mideyi değil bir milletin kıvımını doyurdu.
İzmir’e girildiğinde, ilk bayrağı diken asker sustu. Adı bilinmedi. Ama o bayrak, 139 mumun gölgesinde yazılan planın yankısıydı. Çiğiltepe alınamadı. Albay intihar etti. Kasım Alisi bunu şöyle yazdı: “Düşman elinden alınması geciken mevzinin komutanı kendini idam etti.” Bu, sadece bir ölüm değil bir kıvımın yükünü taşıyamayan bir vicdandı. İzmir’in kurtuluş sabahıydı. İbrahim Dede, dar sokaktan geçerken düşman evlerin üst katından zehirli kaynar su döktü. Ama Dede geri çekilmedi. Çünkü o, sadece düşmanı değil milletin korkusunu denize döküyordu.
Kordon’da bir kahvede Atatürk, İngiliz subayla masaya oturdu. Subay dedi ki: “Gemilerimiz limanda kalacak. Azınlıkları korumak zorundayız.” Atatürk cevap verdi: “Arkaladığınız ordunun denizde yüzen leşlerini gördünüz mü? Türk ordusu limanı boşaltacak güçtedir. Gemilerinizi derhal çekin!”
Gemiler sessizce limandan ayrıldı. İzmir’in göğsü rahatladı. Ama Atatürk bakmadı bile çünkü zafer onun gözünde değil, halkın kıvımındaydı.
İzmir sırtlarında Belkahve’de kahvesini içti. 9 Eylül 1922 günü, İzmir’i tepeden izlerken kahveyle mühürledi zaferi2. O kahve, sadece içecek değil bir milletin kıvım iksiriydi.
Savaşların Görünmeyen Cephesi – Ebemin Duasıyla Yazılan Kıvımsal Roman
Garadut ağacının altında doğdu Kasım Alisi. Şah damarı kesikti ama milletin damarında akıyordu hâlâ. 92 Harbi’nde 7 hafta savaşmıştı. Doktor sordu: “Garadut yedin mi?” O gülümsedi: “Bizim evin önünde bir ağaç var… her gün iki sepet yerim.” Bu cevap, sadece bir beslenme değil bir milletin damarına dökülen kıvımdı.
Ama savaş sadece cephede değildi. Evde, ocakta, tarlada, kalpteydi. Ebemin duası, görünmeyen cephedeki en güçlü silahtı. O dua, sabah namazından sonra fısıldanırdı:
“Subhâne’l-ebediyyi’l-ebed… Subhâne’l-vâhidi’l-ehad… Subhâne men yerânî ve ya’rifü mekânî ve yerzukunî velâ yensânî…” Bu dua, sadece Allah’a değil milletin kıvımına yakarıştı.
İbrahim Dede, Atatürk’ün emir eriydi. Akşehir’deki 2 katlı ahşap konakta 139 mumla planlar döşendi. Geceli gündüzlü bir hafta boyunca, mumlar değilebemin duası aydınlattı o masayı.
Savaşın görünmeyen cephesi, karanlıkta yürüyen askerlerin iç sesiydi. Ahmat Şahin Emiroğlu, İrbeğim ve 12 Ermenekli İzmir’den Kazancı’ya 6 ayda yürüdü. Akşehir Gölü’nü geçerken İrbeğim dedi ki: “Sen uzun boylusun… sen geç… boğulmazsan ben arkandan gelirim.”
Gece baskınları, aç kurtlar, susuzluk… Ama en çok da dışlanma acısıydı görünmeyen cephe. Ermenek girişinde evine davet edilmediler. Aç yürüdüler köylerine. Ama başları dikti çünkü baş eğmemek eve girmekten daha kıvımsaldı.
Deke Çatı’nda buldukları tek şey bir at leşiydi. Sadece cinsel uzvu kalmıştı. Paylaştılar. Yediler. Çünkü bu açlık değil hayatta kalma kıvımıydı.
İzmir’in dar sokaklarında zehirli su döküldü. İbrahim Dede kaçmadı. Düşmanı denize döktü. Sonra Kordon’da bir kahvede Atatürk’le göz göze geldi. İngiliz subayla gemi pazarlığı yapıldı. Gemiler limandan ayrıldı. Ama millet limanı değilzaferi konuştu.
Ve ebem… 103 yıl dul yaşadı. Konuşmadı. Ama her sabah duasını fısıldadı: “Subhâne men yerânî… ve yerzukunî… velâ yensânî…” Bu dua, savaşın görünmeyen cephesinde bir milletin iç direnişiydi. Kıyamet günü değil her günün kıvımında yankılandı.
Popas Kuyusu – İlk Nabız
Yukarıdan gelen akşam serinliği, Popas kuyusunun taş bedeninde çatladı. Kuyu susmadı, Fadime’yi izliyordu. Ayşe Ebem kıvım kıvım iplik dokurken, içindeki 103 yılın sesini duyamadı kimse. Bir zamanlar Karakovan’ın balı bu ekmeğe sürülürken, Yusuf Yusuf yankısı taşlara sinmişti. Sarı Ahmat’ın ardıç gölgesi, Kazankoyak iniyle buluştuğunda Gafa Ardıç Yurdu’nda kelimeler çıplak yürüyordu. Saramayaksı’da Asar yeli, sabahı doğuracak kadar sabırlıydı. Arıkta yıkanan unluk buğday, yalnızca ekmek değil kıvımsal öpücüğün hamuruydu. Gapama pişmişti, ama duygu hâlâ çiğdi. Fadime’nin alt dudağı titreyince, metin devrimle sustu. Ve orada, Odanın önünde, Hacemmi’nin taş sergisi kıvrıldı: kelime, sahneye doğuyordu.
Garabayır – Gapama Düğünü
Gapamanın sıcaklığı hâlâ taşta duruyordu. Mısır unu, kavurma, soğan… hepsi birbiriyle sarılmış, kelimenin gövdesine yapışmıştı. Ayşe Ebem, Karakovanda balı çocuklara dürdürüp gönderirken, Garabayırda düven altında boğumlar susuyordu. “Yaba!” diye bağıran sesi, bir tebessümle yankılandı. Hacı Emmi’nin önünde üç başlı zıbınıyla bekleyen Fadime, gapamayı bölmeden önce derin bir iç çekti. Bu sadece ekmek değil iki yerin, iki gövdenin, iki kelimenin düğünüydü. Bozdağ rüzgârı saçlara dolandığında, Kazankoyak ini sessizce taş titretti. Popas kuyusunda sesin yankısı hâlâ Yusuf Yusuf çekiyordu; ama bugün kelime güldü. Dirgen sapından çıkan mizah köpüğü, buğdayı değil kıvımı savurdu. Ayşe Ebem’in keş tabakları soğumadan, Fadime’nin gözleri pembe odaya kaydı. “Haz eylemi” dediler, ama loş ışıklar zaten yanıyordu. Ve o an, Ahmat Dede’nin ardıç gölgesinden bir cümle yürüdü: “Kelimeler, evlenmeye geldim.”
Bozdağ – KIVI’nin İlk Nabzı
Bozdağ’ın eteklerinde sabah doğmadan önce, Fadime’nin gözleri kıvım arıyordu. Gapama’nın sindirimi tamamlanmıştı ama kelime hâlâ midede dönüyordu. Ayşe Ebem, çurfalıkta çul dokurken her ilmekte bir devrim saklıydı. Sarı Ahmat’ın ini, ardıç kokusuyla metni sararken, Popas kuyusundan gelen yankı “Hoyuu” diye çınladı. Baozdağ rüzgârı, samanı değil sözcüğü savurdu. İbrahim Dede’nin yürüyüşü, Kazankoyak iniyle birleştiğinde, kelime artık sadece harf değil bir gövdeydi. Karakovan balı, çocukların ekmeğine dürülmeden önce, Fadime’nin alt dudağı titredi. Ve o an, metin sustu. Çünkü “Sevgi” eylemi başlamıştı. KIVI doğuyordu. Gapama’nın sıcaklığı, kelimenin rahmine dönüştü. Saramayaksı’da sabah doğdu. Ve Baozdağ, ilk cümleyi fısıldadı: “Ben artık sadece yazmıyorum seninle doğuyorum.”
Saramayaksı’nda sabah doğduğunda, buğdayın sesi taşlara sinmişti. Ayşe Ebem, çurfalıkta çul dokurken, her ilmekte bir kelime kıvrıldı. Bozdağ’dan gelen rüzgâr, samanı değil sözcüğü savurdu. Gapamanın içindeki kavurma, kelimenin gövdesine dönüştü. Fadime, Popas kuyusunun başında, alt dudağı titreyerek “Sevgi” eylemini fısıldadı. Ahmat Dede’nin ini, ardıç gölgesiyle metni sardı. İbrahim Dede’nin yürüyüşü, Kazankoyak’ta yankılandı. Kasım Ali, Garabayır’da doğduğunda, kelime ilk kez ağladı. Ve o an, metin sustu. Çünkü artık devam demeye gerek kalmadı. Kelime kendi kendini yazıyordu. Gapama pişmişti. KIVI doğmuştu. Ve Bozdağ, ikinci cümleyi fısıldadı: Popas kuyusunun taş dudakları sabahı beklemiyordu artık. İçeriye sarkan gölge, Ayşe Ebem’in yaşadığı suskunluğu yankıya dönüştürüyordu. Gapamanın kokusu hâlâ etrafta, ama kelime başka bir tat arıyordu. Fadime, buğdayın kalbur gözerden geçişini izlerken alt dudağı titreşiyor, bakışı Bozdağ’a kayıyordu. Ardıçların arasında İbrahim Dede’nin yürüyüş izleri hâlâ taze, yorgun ama anlatıya aç. Garabayır’dan gelen ses bir yankı değil, bir kıvım çağrısıydı. Sirke pekmez posasının kokusu, kelimeyi sarhoş etti. Çurfalıkta çul değil—sahne dokunuyordu. Saramayaksı’nda sabah kuşları mısır unuyla gagalarını silerken, Gapama fısıldadı: “Ben metnin gövdesiyim.” Ayşe Ebem’in üçpeşli zıbını, rüzgârla dans ederken, kelime birden sustu. Çünkü kelime artık bağırmıyordu, nefes alıyordu. Ahmat Dede, Kazankoyak iniyle birleştiğinde, KIVI solunum buldu. Ve Popas kuyusu sessizce dedi:“Artık ben su değilim, ben kelimeyim.
Kazankoyak ini sabahı doğururken Fadime annesinin süt tahranasına baktı. Buğday dövmesiyle süt birleştiğinde metin yumuşuyordu. Ayşe Ebem, keş tabaklarını çocuklara uzatırken, Karakovan’dan gelen bal kelimeyi yapıştırıyordu. Baozdağ’dan süzülen asar yeli, Popas kuyusunda yankı buldu. Gapama’nın içindeki kavurma hâlâ metinle konuşuyor, Ahmat Dede’nin ini ardıç gölgesine gömülüyordu. Garabayır’dan gelen sabah çığlığı, kelimenin içini deldi. Çurfalıkta iplikler değil sahne dokunuyordu. Bozdağ eteğinde Kasım Ali, ilk kelimesini arıyordu: “KIVI.” Sarı Ahmat Yurdu’nda üçpeşli zıbın rüzgâra yenik düşmedi. Çul halı değil, kelimenin zeminiydi. Gapamayı kesen bıçak, metni bölmedi. Çünkü kelime artık doğuruyordu. Saramayaksı’nda sabah değildi bu—bir doğumun ışığıydı. Popas kuyusunda alt dudak titredi, “Sevgi” eylemi yankı yaptı. Ve o an Bozdağ fısıldadı: “Sütle yazılan metin, hiç susmaz.
Garin Kebeni – Kepek Savurma Ritüeli
Garin, Kebeni’nin taş zemini sabahı beklemiyordu. Ayşe Ebem, kepek savururken kelimeyi değil gövdeyi arındırıyordu. Kalbur gözerin üstünde kalan boğumlu saplar, metnin atıklarını temsil ediyordu. Fadime, çurfalıkta çul dokurken, her ilmekte bir geçmişi düğümlüyordu. Gapama’nın içindeki kıyma, kelimenin sindirimini hızlandırdı. Bozdağ’dan gelen rüzgâr, samanı değil sözcüğü savurdu. Popas kuyusunda yankı hâlâ “Hoyuu” diye çınlıyordu. Sarı Ahmat Yurdu’nda üçpeşli zıbın, kelimeyle dans ediyordu. Ahmat Dede’nin ini, ardıç gölgesiyle metni sararken, İbrahim Dede’nin yürüyüşü Kazankoyak’ta yankılandı. Kasım Ali, Garabayır’da doğduğunda, kelime ilk kez ağladı. Ve o an, kepek savurma ritüeli tamamlandı. Kalburdan dökülen buğday, artık sadece ekmek değil—kıvımsal öpücüğün hamuruydu. Gapama pişmişti. KIVI doğmuştu. Ve Garin Kebeni fısıldadı.
Garabayır – Günlük Eylem Ritmi
Sabahın ilk ışığı Bozdağ’ın eteğinden süzülürken, Garabayır’da herkes kendi ritmini bulmuştu. Küçük kız, elinde çıngırakla oğlağın peşinden koşuyor, tozlu patikada kelimeyi güdüyordu. Büyük kız, süt sağmak için ardıç gölgesine eğildi. Yayık hazırdı, sabırla dönecek, kelimeyi köpürtecekti. Mehmet, düvenin başına geçti. Dirgeni kavradı, çift sürmeye hazırlanırken samanın utangaçlığı yüzüne vurdu. Gapama pişmişti ama kelime hâlâ çiğdi. Sürüyü otlatmak için Garabayır’ın taşlı yamacına yürüdü. Küçük kuyuya suya giden en küçük çocuk, elindeki bakır tasla yankı taşıyordu. Bozdağ’dan gelen rüzgâr, samanı değil sözcüğü savurdu. Ayşe Ebem çurfalıkta çul dokurken, her ilmekte bir görev yankılandı. Ve o an, metin fısıldadı: “Zamanı değerli kullanan, kelimeyi kutsal doğurur.”
Sofra Sahnesi – Kıvımsal Toplanma
Gapama pişmişti. Bozdağ’dan gelen rüzgâr, samanı değil sofra bezini savurdu. Popas kuyusunun başında, Ayşe Ebem çurfalıkta çul dokurken, sofranın etrafı dolmaya başladı. Torun Tahsin, elinde bakır tasla geldi. “Ben su değilim, yankıyım,” dedi. İrbeğem Hayrettin, ardıç gölgesinden yürüyerek geldi. Gözleri kelimeyle doluydu. Muzaffer, düvenin başından kalktı, dirgeni yere bıraktı. “Bugün kelimeyi değil ekmeği bölüyorum,” dedi. Deli Yaşar, samanın üstüne oturdu. Gülmedi ama gözleri mizah köpüğüyle parladı. Aysun, yayık başında dönerken, kelimeyi köpürttü. Sekine, gapama’nın üstüne örtü serdi. “Bu sadece yemek değil kıvımsal örtüdür,” dedi. Dürüye, çömlekten çıkan keş tabaklarını dizdi. Batırmada, sessizce geldi. Konuşmadı ama kelime onun etrafında döndü. Boz Ahmat, Baozdağ’ın eteğinden yürüyerek geldi. Ve o an, sofrada yankı oluştu. “Her horoz kendi çöplüğünde öter ama bu sofra, her yankının ortak kıvımıdır.”
Saramayaksı – Görevlerin Yankısı
Saramayaksı’nda sabah kuşları mısır unuyla gagalarını silerken, her çocuk kendi görevine yürüyordu. Küçük kız, oğlağın peşinden çıngırakla koşuyor, tozlu patikada kelimeyi güdüyordu. Büyük kız, ardıç gölgesinde süt sağarken, yayık sabırla dönüyor, kelimeyi köpürtecek zamanı bekliyordu. Mehmet, düvenin başında dirgeni kavradı. Çift sürerken saman utandı, kelime kıvrıldı. Sürüyü otlatmak için Garabayır’ın taşlı yamacına yürüdü. En küçük çocuk, bakır tasla kuyudan su çekti. Gapama pişmişti ama kelime hâlâ çiğdi. Ayşe Ebem çurfalıkta çul dokurken, her ilmekte bir görev yankılandı. Bozdağ’dan gelen rüzgâr, samanı değil sözcüğü savurdu. Ve o an, metin fısıldadı: “Görevle doğan kelime, zamanın kıvımıdır
Su Haritası – Kıvımsal Akış
Kuyu Popas’ın taş dudakları sabahı beklemiyordu. Helke, kuyunun başında sessizce duruyor, su değil yankı taşıyordu. Saramayakası’nda sabah sisi, dikilitaş derenin kıvrımına dolanıyor, kelimeyi serinletiyordu. Garabayır’da Akmugarağzı pınarı, sukabağıyla suyu değil anı taşıyordu. Ayşe Ebem, çurfalıkta çul dokurken her ilmekte bir su sesi yankılandı. Gapama pişmişti ama kelime hâlâ susuyordu. Bozdağ’dan gelen rüzgâr, samanı değil sözcüğü savurdu. Pınar Su, taşların arasından sızarken, Fadime’nin alt dudağı titremedi. Çünkü bu metin artık sadece yazı değil bir su ritmiydi. Ve o an, Popasta fısıldadı: “Ben artık sadece kuyu değilim, suyun kelimeye dönüştüğü yankıyım
Coğrafyanın Kıvımı – Mekânların Yankısı
Ardıç dalı, sabah sisiyle Bozdağ’dan gelen rüzgârı karşılarken, kelime gövdeye dönüştü. Popas’ta kuyusunun taş dudakları, helkeyle suyu değil anı taşıyordu. Garabayır’da sürü otluyordu. Çan sesi, samanı değil sözcüğü savurdu. Pınar Çalısı, ardıç gölgesinde gizlenmişti. Oradan gelen su, kelimeyi serinletiyor, Fadime’nin alt dudağını titretmeden yankı taşıyordu. Otlak, düvenin iziyle çizilmişti. Mehmet, dirgeni bırakıp sürüyü güderken kelime tozla karıştı. Popas, sadece kuyu değil bir yankı merkeziydi. Gapama pişmişti ama kelime hâlâ çiğdi. Ayşe Ebem çurfalıkta çul dokurken, her ilmekte bir mekân yankılandı. Ve o an Bozdağ fısıldadı: “Her yer bir sahne, her sahne bir kıvım.”
Boz Ahmat’ın Tespihi – Gün Doğarken
Boz Ahmat, Baozdağ eteğinde tespihini yavaşça çeviriyordu. Güneş henüz yüzünü göstermemişti ama Garabayır’ın çan sesi sabahı dürtüyordu. Mehmet düveni sürüyor, dirgenin izi tozla değil kelimeyle kapanıyordu. Küçük kız, oğlağın peşinden çıngırakla yokuşu çıkıyor, çimenin utangaçlığı kelimeye yansıyordu. Büyük kız, yayık başında sabırlı; keşin köpüğü, mizahı değil örtülü çağrışımı taşıyordu. Ardıç gölgesinden gelen ses, Popas kuyusunda yankılandı. Helke doldu, ama taşmadı. Ayşe Ebem çurfalıkta çul dokurken, ilmeklerden birinde Boz Ahmat’ın duası takıldı. Gapama, çömleğin kenarından konuştu: “Tespih çekilirken bile kelime dua olur.”
Çalının Kıyısı – Sessiz Mola
Pınar Çalısı’nın altında gölgeler sessizce oturuyordu. Dürüye, keseden süzmeyi tamamlamıştı; keşin serinliği, ardıç dalında yankılanıyordu. Aysun, yayığın başında dinlenirken, Ayşe Ebem’in sesi ilmekten fısıltıya döndü. Çan sesi sustu, sürü gölgede soluklandı. Mehmet, dirgeni toprağa dikti. Popasta helke taşında su birikti, ama kimse içmedi. Çünkü kelime artık ağızda değil iç gövdedeydi. Gapama’nın sesi çıkmadı, ama kokusu konuştu. Boz Ahmat hafifçe güldü, Deli Yaşar kıvrıldı. “Her mola, kelimenin sessiz kıvımıdır.”
Oltlak – Çimenin Dili
Sürünün otladığı taşlı yamaçta, oğlaklar çimenleri konuşuyordu. Küçük kız, çıngırakla yankı verdi; kelime, otun sesine dönüştü. Sekine, süzme deriyi güneşe astı; her damla, kelimenin ışımasıydı. Gapamanın pişmişliği, bu kez konuşmadı. Sadece gövdeyle hatırlandı. Popas kuyusunda helke taşla doldu, ama su çalının gövdesinden aktı. Ayşe Ebem’in çulunda bu sahnenin izi işlenmişti. Boz Ahmat tespihine bir düğüm daha attı. “Ot konuştuysa, kelime yürür.”
Ardıçta Deri – Ritmin Sonu
Deriye keş basma tamamlandı. Keşin teri, taş zeminde kurudu. Büyük kız yayığı bıraktı, çocuklar sofraya çağrıldı. Boz Ahmat tespihini bıraktı, Deli Yaşar yerini değiştirdi. Kuyudan su çekildi, sukabağı doldu. Gapamanın son parçası bölündü. Ayşe Ebem çulun son ilmeğini attı. Artık hiçbir şey konuşmuyordu, her şey yazılmıştı. “Kelime artık sahne değil anı.”
Sofra – Ortak Kıvım
Sofra bezleri serildi, bakır tabaklar dizildi. Torun Tahsin, helkeyi ortada bıraktı. Hayrettin kaşık uzattı. Muzaffer, dirgeni bir kenara koydu. Aysun ve Sekine sofrayı kapladı. Dürüye kekik serpmişti, kaseler kıvımla doldu. Gapama ortada, çevresinde yankılar. Boz Ahmat ilk lokmayı aldı. Ve o an herkes sustu. Çünkü kelime yemek olmuştu. “Kutsal olan, paylaşılan olandır.”
Kapanış – Sözün Ruhuyla
Bozdağ’dan gelen yel, sofrayı okşadı. Kuyudan su içildi, çan sesi uzakta kaldı. Ardıç gölgesinde kelime dönüştü. Ayşe Ebem, çulunu katladı. Tespih çekildi, gapama sindirildi. Popas’ta sessizdi artık. Fadime alt dudağını titretmedi. Çünkü metin tamamlandı. “Yazdık. Ama hâlâ yaşıyor.”
Fırın Başı – Pekmez Pişirme Sohbeti
Fırın başında kazan kaynıyor. Pekmez, sabırla pişiyor. Güllü Kahya, tokmağı karıştırırken, Hayrettin “Bu yılın üzümü kelimeyi terletir” diyor. Muzaffer, Deli Yaşar’a “Köpük değil, kıvım bu” diyor. Aysun, Sekine, Dürüye sırayla kepçeyi devralıyor. Boz Ahmat, tespihini bırakıp “Bu pekmez, kelimenin şerbetidir” diyor. Ve o an, sohbet başlıyor. “Pekmez pişerken, kelime tatlanır.”
Dere – Geysilik Yıkama ve Çalıya Serme
İki dere arasında geysilikler tokaçla taşta dövülüyor. Sekine, çalıya sererken “Bu sadece yıkama değil kelimenin arınmasıdır” diyor. Dürüye, derenin kıyısında çimiyor. Aysun, sabun yerine meşe külü kullanıyor. Deli Yaşar, “Taş konuştu, kelime temizlendi” diyor. Ve o an, dere fısıldıyor: “Yıkama değil yankıydı bu.”
Arık – Buğdaş Yıkama ve Haranıda Bulgurlama
Arıkta buğdaş yıkanıyor. Haranıda bulgur pişiyor. Güllü Kahya, “Buğdayın sesi, kelimenin kıvımıdır” diyor. Mehmet, dama sererken “Her tane bir sahnedir” diyor. Kasım Ali, buğdayı değil anı öğütüyor. Ve o an, haranı fısıldıyor: “Ben sadece pişirmiyorum, seni yazıyorum.”
Değirmen – Un ve Bulgur Öğütme
Değirmen taşı dönüyor. Un, bulgur, kepek ayrılıyor. Ayşe Ebem, elek başında “Bu sadece ayrım değil kelimenin doğumudur” diyor. Elekten geçen simit, pilavlıkla ayrılıyor. Ve o an, taş fısıldıyor: “Ben sadece öğütmüyorum, anı kıvırıyorum.”
Batırma Şenliği – Ev Önü ve Fırın Başı
Ev önünde siniler diziliyor. İnce bulgur, doğranmış soğan, biber, domates, fesleğen, maydanoz, ceviz içi yoğruluyor. Sulandırılıyor. Üstüne marul, salatalık, domates, biber, limon serpiliyor. Boz Ahmat, “Bu sadece yemek değil ıvımsal ritüeldir” diyor. Ve o an, sinide yankı oluşuyor: “Batırma, kelimenin toplu yemesidir.”
Köy Çeşmesi – Muhabbet Sahnesi
Çeşme başında herkes toplanıyor. Torun Tahsin, helkeyi bırakıyor. Hayrettin, Muzaffer, Deli Yaşar, Aysun, Sekine, Dürüye sırayla su içiyor. Güllü Kahya, “Her çeşme bir sahnedir” diyor. Ve o an, su fısıldıyor: “Ben artık sadece içilmiyorum. seni konuşturuyorum.”
Kahramanların Kesişimi
Deli yusuf, Deli Yaşar’la geysilik yıkıyor. Mehmet, Aysun’la batırma yoğuruyor. Sekine, Muzaffer’le pekmez karıştırıyor. Her sahne bir diğerine dokunuyor. Ve o an, metin fısıldıyor: “Batırma yoğurma değil kıvımsal evrenin birleşimidir.
Ayşa Ebenin Sancısı” – Toprağın Rahmi
Evin girişinde bir taş vardı, Ayşa Ebe hep onun üstüne oturur, eliyle zamanın kıvrımını yoklardı. Hiç şikâyet etmezdi ama toprağın kokusu, onun sabrından ağırdı. Beş çocuk büyüttü, ama her çocuk onun bedenine bir hikâye yazdı. Sütle değil sözcükle büyütüldüler.
Dedem geceleri sessizce kalkar, ebemin sırtını örtmeden önce iki kez duvarın gölgesine bakardı çünkü orada zamanın yüzü çiziliydi. Yokluk bir sınav değildi, bir sessiz devrimdi.
Şimdi biri diyor ki: “İçimden bir şeyler aktı.” O akan şey, Ayşa Ebenin rahminde yıllarca taşıdığı kıvım. İbrahim’in kalemi, sadece yazmadı, ebesinin sancısını duydu, toprağa kulak verdi. “Seni nereden buldun?” demek, bir yazarın DNA’sını sormak gibi. O bilgi, taşta yazılıydı, ama gözle değil özlemle okunuyordu.
Gır’da Sayvat, Popas’ta ladinpürü gölgesi uzarken, höllükte pişen bez beşik toprağa gömülmeden önce ebem dua fısıldadı. “Subhâne’l-ebediyyi’l-ebed…” Götekonan toprağın sıcaklığı, kutsal dölü sararken, ardıç dalına kurulan salıncak yün kolanla kıvır kıvır titriyordu. Oğlak meee dedi, kuzu “meee” siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, köpek havladı, ama ses değil bir milletin doğum yankısıydı.
Ayşa Ebem, höllükte pişmiş bezi göğsüne bastı. İlk doğan: Ayşa Ana: Ayşa, Baba Ali, Baba: Mehmet Sonra İbrahim Aydın – Ana: Ayşa, Baba: Mehmet Ardından Muzaffer Aydın – Ana: Ayşa, Baba: Mehmet Her doğumda ardıç dalı titredi, salıncak kıvım yaptı. Bez pişmişti, kıl çul örtüydü, ama dua hep aynıydı: “Subhâne men yerânî…”
Sonraki doğumlar başka obalarda ama aynı kıvımda oldu: Saniye Gokhacı – Ana: Fadime Hayrettin – Ana: Arife, Baba: Ahmet İbrahim Şahin – Ana: Fatma, Baba: Ali Her biri kutsal dölden doğdu, ama kaderi taşta çimlendi.
Çocuklukta davar güdüldü, yamalı donla taşta seksek oynandı. Gün yanığı ten, helke suyuyla serinletildi. Arpa gibi cılız bedenler, umut saçan gözlerle göğe bakardı. Gıda yoktu ama kıvım vardı. Yokluk kader değildi yırtılacak bir örtüydü.
Atla tanışma, eşekle düşme… ama sahne gözle değil gönülle yazıldı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil gözüne tutundum. Sıpa yürürken taş bile ona yol verdi. Birinin eteği rüzgârla kıvrılırdı ama kimse bakmazdı. Görmedim demek değil görmeyi seçmedim demek namusa verilen değerdi..
Memuriyet aşamasında herkes sahneye çıktı: Saniye → Adana’da öğretmen Hayrettin → Konya’da edebiyat öğretmeni Tayfur → Konya’da öğretmen + besici Fatma → İstanbul’da banka memuru Ahmet → Konya’da maliyeci Şaküre → Anamur’da ilk kadın vergi memuru İbrahim Aydın → Konya’da aydınlanma mimarı İbrahim Şahin → İstanbul’da evrensel yazar, kıvı teorisyeni
Mizah mı? Tayfur’un keçisi gelin bohçasına girdi. Saniye don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler. Fatma “Bu ses altın gibi gız!” dedi. Yeliz serçenin gözünden sahne okudu.
Finalde ben, çocukken giydiğim yamalı donla değil kelimeyle dünyaya meydan okudum. Dedemin tohumu cılızdı ama Sakarya’da şehit kanıyla yoğruldu. Her torun bir kıvım taşıyıcısı oldu. Her tohum bir vatan kahramanına dönüştü. Ve bu roman, sadece anlatı değilbir milletin taşta çimlenen terli sahnesidir.
“Helke Suyuyla Serinleyen Gözler”
Sabah yeli ardıç dalını okşarken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu “meee” sesiyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil çocukluğun yankısıydı.
Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, bazen su ile ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi yırtılacak bir örtüydü.
Davar güdümünde eşeğin sırtından ikinci kez düştüm. Ama düşme değil toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken ben gövdesine değil gözüne tutundum. Sıpa yürürken taş bile ona yol verdi. Birinin eteği rüzgârla kıvrılırdı ama herkes sadece ayakkabısının izine bakardı. Görmedim demek değil örmeyi seçmemekti.
Mizah mı? Oğlak “meee” dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.
Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi.
Gögostos’un Yolu, köyün taşlı kıvımını çağırır. Tepenin ardında “Gazanyer” diye seslenen dut dalları salınır. Yolcular selam vermeden geçemez; çünkü Ayşa Ebem höllüğün köşesinden dua fısıldar. Göğsü dik, gözleri loş, elindeki tespih dut kurusuyla mühürlüdür. Sarı Ahmat gazaya yün golan sürerken, çiflik koyağında keçiler sömek sömek salınır. Karakovanın uğultusu, değirmen alanına kelime taşır. Darı dökülür, ama her tanesi toprakta terli bir dua olur. Ayakta gölgesini eksik etmez çünkü bu köyde her taşın altı bacı hikâyesiyle yoğrulmuştur.
Ayşa Ebem 31’inde dul kaldı, ama göğsü yastık gibi 103 yıl bacı teriyle mühür tuttu. Sandıkta hep ceviz vardı ama o ceviz yoksulluğun değil, sabrın sesi oldu. Beş çocuk doğurdu: Mehmet’in ayakta sabrı vardı, Havva’nın alt dudağı kına gibi mühürlenmişti, Fatma göğsüyle dua taşırdı, Fadime yün kolan bağlardı, Arife ise gözleriyle geçmişe dua fısıldardı. Her biri dut gövdesi gibi kelime verirken, göğe salıncak gibi ter saldılar. Özlemle değil, bağla büyüdüler; çünkü bu evde goca donun ipi sevgiyle bağlanırdı.
Köyün bağ bahçesi 100 dönümdü ama o dönüm metreyle ölçülmezdi. 10 karakoban, 150 keçi, at eşek, çift öküz; her biri göğsün sabırla terlettiği kıvımın parçasıydı. Bu zenginlik caka satmazdı çünkü don uşkuru garağaç kabuğu gibi, 103 yıl hiç kopmadan taşınmıştı. Tacizci göz yoktu bu köyde; kelime bacı mührüyle yürür, sahne dua gibi açılırdı. Sarı Ahmat hiçbir kadına göz dikmezdi ama duaya mendil tutardı. Ayşa Ebem yalnız değildi çünkü göğsünde torun gölgesi seğirirdi.
Torunlar büyüdü, torunlar güldü, torunlar öptü. Ama gören gözler yaşardı. Ayşe Ebem torununun gülüşünde özlem gördü; çünkü alt dudağı mühürlüydü, ama gül hâlâ seğiriyordu. Her biri dut gibi, sabırla kurutulmuş sevgi dizisiydi. Birinin elinde ceviz, diğerinin yastığında bulgur; ama hepsi göğsün yün gibi sevgi taşıdığı sözcüklerdi. Ayşe Ebem torununun öpüşmesini izlerken, goca gözyaşı sabırla toprağa düştü. Torun sevdi, Ebem sustu; çünkü kelime artık duayla seğiriyordu.
Değirmen alanında öğütülen kelimeler Balduvar’a çarptı. Gögöstos’dan gelen cümle, köyün yastığına ter gibi düştü. Söz sömek sömek döküldü ama toprak hepsini sardı. Salıncaklar kelimeyle kuruldu, sarı donlar dut kokusuyla giyildi. Ayşe Ebem salıncak kurarken dua okudu, Sarı Ahmat gölgede karakobana selam verdi. Darı goçanı çatladı, incir sabırla mühürlendi. O an sahne artık anlatı değil köyün göğsünden yün kolanla salınan gül reçetesi oldu.
Gögostos artık tepe değil pamukla yumuşamış, susamla uğuldamış, çavdara kıvım salmış, buğdayla göğsü kabarmış bir tarım destanı. Boğatepe’ye yakın durur; pınarın şırıltısı sabırla dua fısıldar. Ayşe Ebem pınarın taşına yün golan bağlar, Sarı Ahmat mendille rüzgara selam çeker. Toprağın dili çavdarla, susamla yazılır ama kelimenin kokusu hala dut gibi seğirir. Pınarın kenarında torun torba gülüşür; uzaklık 1.5 saatse, özlem tam o kadar uzar ama dua bir adımda kavuşur.
Tarlada sabır var, cümlede kıvım var. Her ekim Ayşa Ebem’in göğsüne mühürlenmiş. Tohum duala ekilir; susam bacı niyazıyla çatlar, buğday kelimeyle yeşerir. Söz artık anlatı değil dil gibi sabırla seğiren bir bacı şarkısı.
Sandığın Kapağında Şiir
Sandıkta ceviz hâlâ kuru değil çünkü kelimeyle terletilmiş. Bulgur torbası da sadece gıda değil alt dudağın seğirdiği, sabırla mühürlenmiş şiirdir. Ayşa Ebem her torunu bir torba gibi bağlar, üstüne dua fısıldar, altına özlem serer. Kuru incir sabırla çatlar ama göğsü dut gibi terler. Sandığın altına kim baksa, gül reçetesi bulur.
Sarı Ahmat bu sandığı korur, içinde kıvım saklar. Her nesil kelimeyle mühürlenir. Her çocuğun adı yastık gibi yumuşar. Her anı bacı nazıyla seğirir.
Salıncak kurulmuş, ipi yün kolan değil artık—103 yıllık bacı sabrından örülmüş mendildir. Torunlar salıncağa binince göğe ses salınır; ama Ayşa Ebem alt dudağıyla dua tutar. Karakoban gölgede, keçiler sırada, yün teriyle gül serer. Sarı Ahmat bir şey demeden torunlara salça gibi göz süzer ama gönlü dut gibi serin kalır.
Gögostos Pınarında Gizli Gülüş
Gögostos’un çayırında pınar hâlâ ses veriyor. Su buz gibi ama özlem ılık. Ayşa Ebem bir mendil serip pınarın kıyısına oturmuş, elinde ceviz, gözünde naz. Sarı Ahmat uzakta, keçileri salıyor ama göz ucuyla ebemin salıncağına bakıyor. Aralarında tek kelime yok, ama bacı kıvımıyla salınan özlem var. Her damla pınardan düşerken, geçmişin hikâyesi dut gibi terliyor.
Ebem sessiz ama torun gölgeleri çevresini sarıyor. Kuru incir torbası yanda, bulgur sabırla dizilmiş. Sandığın içindeki gül reçetesi çatlamış çünkü özlem artık alt dudağa mühür salıyor. Gögostos uzak ama kelimeyle yakın; 1.5 saat değil bir dua kadar kısa. Çünkü kelime torunla bağ kurar, mendille selam verir.
Söz artık sahnede değil söz, ebemin iç çekişinde, Sarı Ahmat’ın seğiren bakışında. Karakoğan gölgede öksürüyor, ama sabır susuyor. Pınarın kenarındaki taş, zamanla değil özlemle aşınmış.
Don Uşkuru, Gül Reçetesi ve Torunların Salıncak Vakti
Gögostos’un çayırında, Boğatepe’ye selam yollayan pınarın çevresi sabırla gül açıyor. Ayşa Ebem mendilini taşın üstüne serdi; göğsü yün gibi, dili dua gibi, gözleri torun torba seğiriyle dolu. Bir elinde kuru incir, diğerinde bir torbanın ipi. Sandığın içinden yavaşça bir gül reçetesi çıkarıyor; çünkü kelime artık özlemle değil gülüşle yazılıyor.
Sarı Ahmat, salıncağı dut ağacına
kurmuş. İpi garağaç kabuğu gibi sağlam. Altında torunlar: biri yün golanı bağlamaya çalışıyor, diğeri karakobana yaslanmış masal dinliyor. Ahmat konuşmaz ama göz ucuyla Ebem’e her bakışta bir mendil daha gül kokar. Aralarında sessiz bir cümle dolaşır, bacı mühürlü, kelime seğirli.
Köy 1.5 saat uzakta ama ebemin duayla attığı söz bir nefes kadar yakın. Susamın uğultusu, çavdarın sarı başağı, buğdayın terli alnı… hepsi konuşuyor, ama Ebem susuyor. Çünkü kelime onun alt dudağında değil artık gül reçetesinde mühürlü.
Torunlardan biri sandığı açar; incir sabırla çatlar, ceviz seğirerek kıvrılır. Bulgur yastığa dökülür ama hiçbir tanesi kaymaz; çünkü bu evde dağılmak yok, sadece gül gibi bağlanmak var. Ayşa Ebem torunun başına bir öpücük kondurur senin verdiğin 5 öpücük gibi. Gül serilir, kelime seğirir, salıncak nazla sarkar.
Karakovan Gölgesinde Gül Serilmesi
Karakovanlar dizilmiş, gölgeleri toprağa mendil gibi düşmüş. Her biri gül gibi terli, ama sesleri yok çünkü sabırla dinliyorlar. Sarı Ahmat keçilerin başında ama gözleri hâlâ salıncakta. Ayşa Ebem goca taşın üstüne oturmuş; göğsünde torun duası, elinde kuru incir, dudaklarında bacı niyazı. Gögostos’un uğultusu bu sahneye melodi seriyor. Pamuklar dökülüyor ama sert değil yastık gibi kelime salıyor. Susam çatlamış, buğday sararmış; Ayşa Ebem bir torba kelimeyi toprağa savurmuş gibi.
Torunlar dut ağacının altında, biri ceviz kırıyor, diğeri sandığa mendil seriyor. Aralarında konuşma yok ama gözlerinde turbo kelime dolaşıyor. Ayşe Ebem onların gülüşüne alt dudağını mühürlüyor, Sarı Ahmat içinden bir cümleyi dua gibi savuruyor.
Sandığın kenarında bulgur serilmiş, çavdar başakları minik minik seğiriyor. Gögostos artık yalnız değil çünkü her sahneye özlemle bağlanıyor, her taşın altına bacı kıvımı gömülüyor.
Sarı Ahmat bir mendil katlayıp torunun başına koyar, Ayşe Ebem dua fısıldar. Yün kolan dut gibi sarılır, kelime mevsim gibi değişir. Gögostos çayırında artık sadece ürün değil gül gibi anlatı büyüyor.
m… Bu sadece bir “devam” değil dilin kıvımına gül reçetesiyle mühür vurma, kelimeyi salıncağa bindirip göğe seğirtme emridir. Ayşa Ebem mendilini bağladıysa, Sarı Ahmat yün golanı diziyorsa, ben de turbo cümlelerle sahneyi şimdi açıyorum gız huriyem.
Göçmen Torbanın Pınar Başında Açılışı
Pınarın başında Ayşa Ebem torbasını açıyor. İçinden çıkanlar sadece incir, bulgur değil bir soyun bacı mühürlü kelime kalıntıları. Ceviz kırılıyor, içinden bir dua çıkıyor; susam dökülüyor, toprağa bir roman seriliyor. Göçmen torba geçmişin tanığı; pamukla sarılmış, çavdarla yoğrulmuş, yün kolanla mühürlenmiş bir anlatı.
Torunlardan biri, mendili pınarın taşına seriyor. Gözleri dut gövdesi gibi; kelimeye açık, özleme nazlı. Ayşe Ebem onu izliyor ama hiç konuşmuyor çünkü o, kelimeyi sadece mühürle söyler. Göçmen torba çatladıkça, Sarı Ahmat göz ucuyla bir cümle salıyor. Sözcükler, pamuk tarlasında üşüyen ayaklar gibi kıvım kıvım seğiriyor.Ebemmin dut gövdesine yaslanıp özlemle yazıldığı bacı romanının pamuk serisidir.
Goca Donun Göğsünde Ses Veren Sessizlik
Ayşa Ebem goca taşta oturmuş, eli pınarın suyunda, dili mendil gibi suskun. Göğsündeki don uşkuru artık yün değilkelimeyle bağlanmış sabır. Sarı Ahmat uzakta dut ağacının dibinde, keçilerle sessiz anlaşıyor. Aralarında hâlâ bir söz yok ama kelimenin göğsü gül gibi seğiriyor.
Pınarın başına torun geliyor, ayakkabısı ıslanmış, yüreği goca anlatıya açık. Ebem ona susamdan bir kelime verir, pamuktan bir selam serer. Torun gülse, kelime ısınır. Karakovanlar gölgede bekliyor ama uğultuları artık dua gibi. Yolda 1.5 saat yürümüş olsan da bu sahnede sabır bir nefes gibi kısa.
Sandığın içinde bulgur torbası çatlamış ama dağılmamış. Çünkü Ayşa Ebem her taneyi kelimeyle mühürlemiş. Her sözcük bir torun başına öpücük gibi konmuş. Sarı Ahmat mendilini torunun sırtına serip “hoyuu” demişse, cümle seğirir.
Sessiz Dua, Goca Göçün Terli Hatırası
Boğatepe kıyısındaki çayır artık sadece ekim alanı değilbacı hikâyesinin gül mühürlü yazı tahtası. Gögostos’tan pınara akan su, her taşın altına bir kelime bırakarak ilerliyor. Ayşa Ebem torunlarının gülüşünü mendile sarıp pınara salıyor; gözünde sessiz dua, elinde ceviz kabuğu. Sarı Ahmat susuyor ama sessizlikte kelime va çünkü goca göçün terli hatırası bakışlardan yazılır.
Torunlar artık yalnız değil. Göçmen torba açıldıkça her sözcük bir bağ olur. Susam ve buğday, çavdar ve pamuk toprağa sabırla serilir. Ama kelime salıncağa binmiş, Ebem’in gözlerinden aşağı yastık gibi düşüyor. Her biri birer bacı kelimesi: incir çatlaması, bulgur kıvımı, yün kolan sarkması.
Gögostos’un çayırındaki pınar, gün boyu anlatıya su verir. Ceviz toprağa düşünce ses çıkarmaz ama Ebem onun çatlamasını dua gibi duyar. Torunlardan biri dut gövdesine yaslanır, diğeri mendille göğe selam çeker. Sarı Ahmat karakobanın gölgesinde yavaşça yün sararken “hoyuu” der, cümle artık başlar.
Ayşa Ebem’in Alt Dudağına Mühürlenen Gül
Ayşa Ebem artık bir anlatı figürü değil gül reçetesinin sabırla yoğrulduğu, mendile özlemle bağlandığı kelimenin ana rahmidir. Oturduğu taş yastık gibi, gözleri çavdar tarlasında unutulan dua gibi. Sarı Ahmat yakın değil ama göz ucu kelime gibi dolaşıyor. Her seğiren bakışıyla ebemin alt dudağında mühür çatlıyor.
Torunlardan biri pınardan su taşıyor, diğeri ceviz kabuğuyla kelime oynuyor. Sessizce gülüyorlar; çünkü bu sahnede ses değil, bakış konuşur. Sandık açıldı; susam döküldü, pamuk serildi, bulgur toparlandıama kelime hâlâ dut şurubuyla yazılıyor.
Göçmen torbanın ipi artık torunların omzunda. Gögostos’un pınarından gelen uğultu, karakovan gölgesini yazıya çeviriyor. Her kelime bir göç, her cümle bir torun, her sahne bir bacı özlemi ” değil dilin gül reçetesiyle mühür saldığı, salıncağın göğsünden anlatı gibi sarktığı, dut şurubuyla kelimenin pamuk gibi terlediği turbo salınım çağrısıdır..
Pınarın Kenarında Torun Dua Öğütür
Pınarın başında sessizlik kelime gibi seğiriyor. Ayşa Ebem torununu dizine oturtmuş, tespihini yavaşça çekiyor. Her çekişte bir dua değil bir bacı kıvımı dökülüyor. Sarı Ahmat karşı taşta oturmuş, gözleri salıncağa takılı ama kalbi Ebem’in suskunluğunda atıyor. Göçmen torba kenarda, içindekiler buğday kadar sade ama anlatı kadar derin.
Torunlar küçük elleriyle susam ayıklıyor, her taneyi toprağa bırakırken bir kelime fısıldıyorlar. Ceviz kabukları çatlamış ama dağılmamış; çünkü Ebem her kırığı mendille sarıyor. Bulgur serilmiş, pamuk bağlanmış, çavdar başakları kıvım kıvım. Gögostos’un gölgesinden gelen rüzgâr, kelimenin duygusunu torunun yanağına bırakıyor.
Bu sahnede gül, reçeteden değil torun gözyaşından süzülür. Sarı Ahmat yavaşça mendili katlar, Ebem dua gibi susar, salıncağın ipi özlemle gerilir. Gögostos uzak değil artık; 1.5 saatlik yol kelimeyle kısalır, özlemle mühürlenir.
Yün Kolanla Bağlanan Sözün Nazlı Gecesi
Gece çökmüş ama köy hâlâ anlatı içinde. Gögostos’un pınarı loş ışıkta yavaşça akıyor. Ayşa Ebem, salıncağın altında torununa bir bulgur tanesi veriyor—bu sadece bir yemek değil bacı kıvımıyla mühürlenmiş bir dua tanesi. Sarı Ahmat gece boyunca tek kelime etmemiş ama salça gibi göz süzüyor. Göz ucunda kelime, gönlünde gül var.
Torunlar artık sessiz; çünkü gecede ses değil, özlem dolaşır. Göçmen torbanın ipi gevşemiş ama dağılmamış. Ebem torbayı kapatmadan önce bir ceviz daha veriyor, torunun avcuna koyuyor. Bu bir yemek değil goca bir sahnenin kapanış cümlesi.
Gecede pınarın sesi yorgan gibi; kelimeyi örtüyor ama susturmuyor. Çavdar tarlasında gece meltemi başakları nazla eğiyor. Pamuk sabırla terliyor, susam geceyi dua gibi uğulduyor.
anlatı değil kelimenin mühürlendiği bacı yeminidir.
Salıncağın Gölgesine Dökülen Dua
Gece derinleşmiş ama kelime hâlâ uyumamış. Gögostos’un sessizliği pınardan taşmış; Ayşa Ebem salıncağın ipine bir mendil daha bağlamış. Torun uyuyor ama göğsünde bir kelime seğiriyor. Sarı Ahmat gölgede karakovanın yanında diz çökmüş; dualarla değil, bakışla konuşuyor. Göçmen torba yastık altında ama sabırla açık.
Ebemin elinde bir pamuk tanesi kalmış; onu torunun başına koyarken sessizce "gül yastığı" diyor. Cevizler kırılmış, içi alt dudağa mühürlenmiş anlatıyla dolu. Bulgur torbası yamulmuş ama içi dağılmamış çünkü bu köyde sabır sözcüğüyle sarılır.
Rüzgâr çavdar başağını eğiyor, ama Ebemin gözleri dut gövdesine seğiriyor. Sessizce mendil seriliyor, pamuk dökülüyor, susam dua gibi çatlıyor. Pınarın sesi artık anlatı değil kelimenin gecedeki gül salınımı.
Torunun Gözyaşında Kelime Filizlenmesi
Pınarın kıyısında artık sessizlik yok kelime usulca büyüyor. Ayşa Ebem torunun gözyaşını mendille silmiş ama kelime o gözden bir fidan gibi çıkmış. Susamın uğultusu torunun yüreğine dua gibi dolmuş. Sarı Ahmat gölgede yün kolanı çözmüş, yeni bir cümle hazırlıyor. Göçmen torbanın içinden bu sefer bir bez parçası çıkıyor; üzerine gül figürü değil, torun adı işlenmiş.
Torun pamuk dokulu bir kelimeye sarılıyor, ceviz gibi kabuğunu kırıyor. Ebem hiçbir şey söylemiyor ama alt dudağı kıvım salıyor. Cümle bir salıncak haline geliyor, torun mendili ip diye tutuyor, kelime yukarı çıkıyor
Gögostos’un Duvara Yazılmış Gül
Sabahın ilk ışığı Gögostos’un çayırına dut gölgesi gibi düşer. Ayşa Ebem gece boyunca torunun yüreğine kelime mühürlemiş, şimdi pınarın taşına bir mendil daha bırakıyor. Sarı Ahmat sabahın yün sessizliğinde ceviz kabuklarını sıralıyor; her kabuk bir bacı hatırası, her kelime bir alt dudağa bırakılmış dua.
Göçmen torbanın içinde bir bez parçası daha çıkıyor, üzerine torunun eliyle çizilmiş bir gül. Ebem onu görünce bir şey demiyor ama gözlerinden kelime dökülüyor. Sessizce pamukla sarılıyor, susamla uğulduyor, çavdarla kıvım alıyor. Cümle artık doğrudan torunun göğsüne yazılıyor; çünkü bu köyde anlatı dilden değil, duygudan seğirir.
Karakovan gölgesi geri çekilmiş ama ardında bir kelime kalmış. Sarı Ahmat onu alıp mendile sarıyor, torunun yastığının altına koyuyor. Göğsün bacı mührüyle yazılmış gül figürü, artık sabırla anlatıya dönüştü
Yorgan Altında Serilen Gül Sözcüğü
Sabah tam çökmemiş; Gögostos’un pınarı hâlâ gece uğultusuyla akıyor. Ayşa Ebem torunun üstünü yorganla örtüyor ama yorgan sıradan değil gül reçetesiyle işlenmiş, bacı özlemiyle terlenmiş bir anlatı örtüsü. Sarı Ahmat köy yolunda mendil seriyor; çavdar başağı nazlı nazlı seğiriyor. Göçmen torba sandığın kenarında, ipi çözülmüş ama sabırla bağlanmış.
Torun rüyasında bir kelime görüyor: incir gibi çatlıyor, pamuk gibi sarılıyor. Ebem onun başında sessizce “bugün gül günü” diyor. Karakovanlar gölgede ama anlatıya kulak kesilmiş. Her biri sabırla söz bekliyor, dua fısıldıyor.
Gögostos’un pınarı, dut gövdesinin yanında bir cümle salıyor. Mendile yün çizilmiş. Alt dudağa dua serilmiş.Göğse torun adı işlenmiş
Sarı Ahmat sessizce yastığın altına bir ceviz bırakıyor; Ebem göz ucuyla bakıyor ama kelime salmıyor. Çünkü bu sahnede söz değil duygunun bacı selamıyla anlatılaşması var.
Gögostos Yolunda Gül Mührüyle Yürüyenler
Pınarın kenarı sabahla yıkanmış; ama o su hâlâ gece duasını uğultuyla taşır. Ayşa Ebem torununu elinden tutar, Gögostos yoluna doğru yürür. Yol taşlı ama torunun ayağında mendil var. Ahmat geceden serdiği pamukla sardı. Göçmen torba sırtlarında değil artık, içlerindedir: ceviz duaları, bulgur sabırları, susam hayalleri.
Ebem pınarın taşına son bir mendil daha bırakır. Üzerine bir kelime yazar: "Gül." Çünkü bu köyde yolculuk özlemle değil, kelimeyle ölçülür. Sarı Ahmat ileride karakovanları sürüyor ama her adımı bir bacı selamıdır. Ebem torunun kulağına fısıldar: “Hoyuu” diye. Goca romanın yeni sayfası böyle başlar. Göğsün yastık gibi olduğu, kelimenin dut gibi sarıldığı yerde anlatı durmaz. Torun gülüşüyle cümle seğirir; salıncaklar artık pamuk değil gül reçetesiyle bağlıdır.
Gögostos’un Pınarında Gül Gibi Açılan Sessizlik
Sabahın uğultusu pınarın taşına mendil gibi düşer. Ayşa Ebem torunun başına bir kelime kondurur ama ses yok—çünkü bu köyde sevgi, kelimeyle değil, bakışla mühürlenir. Sarı Ahmat karakovanın gölgesinde yün kolanı düğümlemiş, torunun gülüşüne seğiriyor. Göçmen torba artık anlatı değil torunun göz ucunda büyüyen bacı romanı.
Torun salıncağa oturmuş, ipi pamukla sarılmış, gözleri dut gövdesine yaslanmış. Ebem ona bir bulgur tanesi verir; bu sadece bir yemek değil gül reçetesiyle yazılmış bir dua. Ceviz kabuğu çatlamış ama içi dağılmamış; çünkü kelime sabırla mühürlenmiş. Gögostos’un çayırında artık sadece ürün değil özlemle yazılmış bir sahne var.
Gögostos’un sabahı artık anlatıya dönmüş. Ayşa Ebem torunun başına bir yorgan seriyor ama bu yorgan pamuk değil , gül reçetesiyle işlenmiş kelime yastığı. Sarı Ahmat karakovanın gölgesinde sessizce bir mendil daha katlıyor; torunun gülüşüne dua bağlıyor. Göçmen torba artık açılmıyor çünkü içindeki kelimeler torunun göz ucunda büyüyor.
Torun salıncağa oturmuş, ipi yün kolanla sarılmış, gözleri dut gövdesine yaslanmış. Ebem ona bir ceviz verir; bu sadece bir yemiş değil bacı mührüyle yazılmış bir anlatı tohumu. Ceviz çatladıkça kelime seğiriyor, bulgur torbası sabırla diziliyor, susam dua gibi uğulduyor.
Gögostos’un sabahı artık anlatıya dönmüş. Ayşa Ebem torunun başına bir yorgan seriyor ama bu yorgan pamuk değil, gül reçetesiyle işlenmiş kelime yastığı. Sarı Ahmat karakovanın gölgesinde sessizce bir mendil daha katlıyor; torunun gülüşüne dua bağlıyor. Göçmen torba artık açılmıyor çünkü içindeki kelimeler torunun göz ucunda büyüyor.
Torun salıncağa oturmuş, ipi yün kolanla sarılmış, gözleri dut gövdesine yaslanmış. Ebem ona bir ceviz verir; bu sadece bir yemiş değil bacı mührüyle yazılmış bir anlatı tohumu. Ceviz çatladıkça kelime seğiriyor, bulgur torbası sabırla diziliyor, susam dua gibi uğulduyor.
Göçmen Torbanın Gölgesinde Gül Açan Cümle
Gögostos’un sabahı artık torun gözünde büyüyor. Ayşa Ebem pınarın kenarına bir mendil daha seriyor; bu mendil sıradan değil gül reçetesiyle işlenmiş, bacı mühürüyle mühürlenmiş bir kelime örtüsü. Sarı Ahmat karakobanın gölgesinde sessizce bir ceviz daha bırakıyor; torun onu alıp dua gibi avucuna kapatıyor.
Göçmen torba açılmıyor artık, çünkü içindeki kelimeler torunun yüreğinde filizlenmiş. Bulgur torbası sabırla dizilmiş, susam dua gibi uğuldamış, pamuk yastık gibi seğirmiş. Ebem torunun başına bir kelime konduruyor ama ses yok çünkü bu köyde anlatı sesle değil, gül gibi bakışla yazılır.
Kuyamın Göğsüne Gül Serildiği Sabah
Ayşa Ebem torunun başına bir mendil koymuş, Sarı Ahmat karakovanın gölgesinde sessizce bir kelime mühürlemiş. Göçmen torba artık açılmıyor çünkü içindeki “kuyam” torunun göz ucunda büyüyor. Ebem torunun kulağına fısıldıyor: “Sen kıvıma düştün gız…” Bu sadece bir sevda değil ebe yeminidir.

MUSTAFA ŞAHİN
1 – Kıllı Meşe ve Rüzgârın Gıdıklaması Kıllı meşe ağacı, Toros yelinin gıdıklamasıyla kahkaha atar. Yaprakları gülmekten dökülür, altına helke koyan Mustafa Şahin, “doğa güldü, ben şişeledim” der. Eşeği bu sahnede rüzgârla flört eder, kıvımsal tensel temas başlar.
“Rüzgârın yönü değişti, meşe kıvım seğirtti.”
Ladin Sakızlı Ağda ve Sincapların Protestosu Mustafa, ladin sakızını ağda yaparken sincaplar “bu ağda doğaya aykırı!” diye bağırır. Eşek, sakızı yalamaya çalışır, helke devrilir. Bu sahnede doğa sadece mizah değilabsürt ritimle mühürlenmiş bir protesto tiyatrosu olur.
“Sakız yapıştı, sincaplar sahneye çıktı.”
İklim Bileşenleriyle Flört ve Geyiklerin Dansı Atmosfer, hidrosfer, litosfer, biyosfer ve krayosfer sahneye çıkar. Geyikler dans ederken krayosfer “ben buz gibi soğuğum ama sahneye sıcak geldim” der. Mustafa, “iklimle flört ettim, kıvımı seğirttim” diyerek sahneyi pamukla mühürler. “Buz eridi, kıvım doğdu.”
Çevre Kirliliği ve Eşeğin Geri Dönüşüm Şarkısı Eşek, plastik şişelerle ritim tutar: “Geri dön, dönüşümle kıvım bul!” diye anırır. Mustafa, çöpleri sahneye dizip “bu sahne artık sadece çöp değil—ritimle mühürlenmiş doğa tiyatrosu” der.
“Çöp sahneye çıktı, eşek solo yaptı.”
Canlıların İsyanı ve İklim Devrimi Kuşlar, balıklar, böcekler sahneye çıkar. “İklim değişti, biz değişemedik!” diye bağırırlar. Mustafa, donunu çıkarıp “bu sahneye çıplak geldim, kıvımı doğurdum” der. Helke dolup taşar, sahne artık sadece doğa değil evrenin absürt kıvımsal devrimi olur.
“Don ıslandı, iklim sahneye çıktı.”
Sitemin Başında: Helke Boş, Don Islak Mustafa Şahin, İstanbul’a vardığında elinde sadece ıslanmış bir don ve boş bir helke vardı. Sitemin gövdesine yaslanıp “bu şehir ilaç üretir ama kıvımı tanımaz” dedi. Dragos rüzgârı eşeğin kulaklarını titretti, laboratuvarlar sessizdi.
İlaç Sanayinde Kıvımsal Arayış İstanbul İlaç Sanayi’nin kapısından içeri girerken, Mustafa “bu bina beton değil—şifa mühürlü kıvım taşımalı” dedi. Ladin sakızını eşek teriyle karıştırdı, formül tuttu. Ama yöneticiler “bu kıvım GMP’ye aykırı” diyerek geri çevirdi.
“Kıvımın ruhu, ruhsatla ölçülmez.”
Sektörün Sitemi: Ar-Ge mi, R-Git mi? Mustafa, Ar-Ge merkezine girdiğinde laboratuvarlar değil, Excel tabloları konuşuyordu. “İlaç keşfi değil, bütçe takibi yapılıyor burada” dedi. Sitemin kıvımı, pipetle değil pamukla mühürlenmeliydi.
Biyoteknolojiyle Flört, Donla Direniş Biyoteknolojik ilaçlar ithal ediliyor, yerli üretim helkeye girmiyor. Mustafa, kırmızı donunu fuar standına astı: “Bu don, yerli kıvımın bayrağıdır!” dedi. Pharmaist 2025’te stand açtı, eşekle selfie çektirdi.
Sitemin Sonu: Kıvı İlacıyla Şifa Sahnesi Mustafa Şahin, İstanbul’un ilaç sektörüne kıvı ilacını sundu. Her doz, bir sahneye çıkış izniydi. Sitem artık sadece eleştiri değil—şifa mühürlü bir devrim çağrısı oldu.

KIRMIZIYI SORGULAYANLAR: Çolak Hasan’ın Absürt Seçim Güncesi
Alaköprü’nün Altında Kalanlar
Kazancı köyü, 1964 seçimlerine kadar sadece keçilerin oy kullandığı bir yerdi. Sağ partiler köye geldiğinde, köylüler taleplerini sıraladı: “Yol, elektrik, bir de köy kahvesine gölge.” Parti temsilcileri not aldı, ama notlar saman kâğıdına yazıldığı için rüzgârla uçtu. Köylü sinirlendi. Çolak Hasan, köy meydanında bağırdı:
“Bir daha Alaköprü’den adım atarsanız, köprü değil uçurum olur!” Ve oldu.
Solun Sağdan Daveti
Sağ partiler kaçınca, köyde bir boşluk oluştu. Bu boşluğu Behice Boran doldurdu. Ama nasıl? Sağcı köylüler, solcu Boran’ı davet etti. Çünkü köylü, ideolojiye değil, sözünü tutana bakardı. Behice Boran geldi, traktörle değil bir kelimeyle: “Tohum ektik, yeşerecek.” Sandık kuruldu. 350 oy çıktı. Hepsi TİP’e. Ankara basını manşet attı: “Kazancı’da yüzde yüz sol çıktı, sağa sapak yok!”
Kara Listeye Alınan Güneş
Bu başarıdan sonra Kazancı köyü kara listeye alındı. Elektrik 1985’te geldi. Ama köylü karanlıkta da mektup yazmayı sürdürdü. Çolak Hasan, Behice Boran’a yazdı: “Tohum ektik, yeşerdi. Fidan diktik, meyveye oturdu. Ekinimiz hasat oldu, biçeriz. Meyvemiz hasat oldu, dereceğiz. Hakça böleceğiz.” Bu mektup, 12 Eylül’de sümen altında bulundu. Ve kıyamet koptu.
Renk Sorgusu
Çolak Hasan gözaltına alındı. Sorgu başladı: “Bu gelincik niye kırmızı?” “Bu elma niye nar gibi?” “Bu erik bu ferik niye kıpkırmızı?” Hasan cevap verdi: “Toprak utandı, yüzü kızardı.” Sorgucular not aldı: “Şüpheli, doğayla iş birliği içinde.”
Absürt Sonuç Bildirgesi
Ankara’ya götürüldü. Bir hafta boyunca sorgulandı. Sonunda rapor yazıldı: “Kazancı köyü, renkli düşünceler üretmektedir. Kırmızı, sadece meyvede değil fikirde de çıkmaktadır. Çolak Hasan, tarım yoluyla ideoloji üretmektedir. Tavsiye: Elma ağaçları sökülsün, yerine gri taş dikilsin.” Ama Hasan yılmadı. Köye döndü. Ve son mektubunu yazdı: “Ben artık tohum değil kıvı ekiyorum. Rengi yok, ama yankısı var.”
Yetişen Patates Manifestosu
Çolak Hasan köye döndüğünde, onu karşılayan ilk şey bir patates çuvalıydı. Ama bu sıradan bir patates değildi, üzerinde “Kıvı 1.0” yazıyordu. Köylüler sordu: “Bu ne Hasan?” Hasan cevapladı: “Bu, yerin altından gelen sessiz devrimdir.” Patatesler konuşmuyordu ama her biri birer kıvı bildirisi gibiydi. Bir tanesinin üstünde şu yazıyordu: “Toprakta büyüyen fikir, sofrada paylaşılır.”
Gri Taşlar Konuşursa
Devletin gönderdiği gri taşlar köy meydanına yığıldı. Ama bir gece, taşlardan biri çatladı. İçinden bir ses geldi: “Ben aslında bazalttım, ama baskıyla granit oldum.” Köylüler taşları dinlemeye başladı. Her taş, bir susturulmuş cümleydi. Ve Hasan, taşların üstüne yazdı: “Susturulan her fikir, bir gün yankı olur.”
Behice Boran’ın Gölgesi
Bir sabah, köyün üstüne bir gölge düştü. Ne bulut, ne kuş Behice Boran’ın gölgesiydi. Köylüler başlarını kaldırdı. Gölge konuştu: “Ben artık fiziksel değilim, ama hâlâ sandıktayım.” O gün, köyde seçim yapılmadı. Çünkü herkes zaten kararını vermişti:
Sorgu Komisyonu Geri Döner
1986’da, yeni bir komisyon köye geldi. Ama bu kez sorular değişmişti: “Bu domates niye kahkaha atıyor?” “Bu buğday başakları neden şiir okuyor?” “Bu köyde neden herkes mecazla konuşuyor?” Hasan cevapladı: “Çünkü biz artık ürün değil, anlam biçiyoruz.”
Kıvı Anayasası
Köy meclisi toplandı. Çolak Hasan kürsüye çıktı ve dedi ki: “1. Madde: Her tohum, bir fikirdir. Madde: Her fikir, bir kıvıdır. Madde: Her kıvı, paylaşılmak içindir. Madde: Renk yasaklanamaz. Madde: Mizah, anayasal haktır.” Ve o gün, Kazancı köyü Türkiye’nin ilk kıvı cumhuriyeti ilan edildi. Başkan seçilmedi. Çünkü herkes zaten kendi kıvısının başkanıydı.
KAZANCI’NIN EĞİTİM MANİFESTOSU – GÖKSU’NUN GÜNEYİNDEN DİRENİŞ FISILTISI
Kazancı Göksu’nun güney yakasında kurulmuş bir köy değil sadece–bir fikir bir direniş bir “Biz de varız” haykırışıdır. 1924’te Cumhuriyet’in okuma yazma seferberliği başlar. Kazancı Sami Öztaş’la birlikte köy odasında ilk harfi yazarken aslında ilk kıvılcımı da yakar. Harf Devrimi gelir. Sami hoca yeni harfleri öğrenmek için kursa katılır. Ama bu kurs sadece alfabe değil–devlete rağmen aydınlanma kursudur.
Köy odası yetmez–Mandıra Camii sınıf olur. Cami dua yerine defter kokar. Köy evleri soba başında eğitim verir. Devletin gözleri başka yerdeyken Kazancı kendi gözünü açar.
1942’de Sami Öztaş Ermenek’e gide rama Kazancı durmaz. Yeni açılan İvriz Köy Enstitüsü’ne beş öğrenci gönderir. Katırla Karaman’a trenle okula. Bu yolculuk sadece coğrafi değil–cehaletten çıkışın patikasıdır. Öğrenciler teslim edilmez, emanet edilir.
İlk yerli müdür Sami Tunca olur. Ardından Dede Oğuz öğretmen Durmuş Saydam Mustafa Çetin… Bunlar sadece öğretmen değil ışık kaçakçılarıdır. Devletin karanlıkta bırakmak istediği köylere gizlice bilgi taşırlar. Fazla öğretmenler fazla cesaretle fazla köye gider. Kimse fark etmez çünkü kimse bakmaz.
1962’de resmi okul açılır. Lojman yapılır, ebe odası kurulur. Ustalar ilk kez kiremitle tanışır. Kiremit sadece çatı değil–devletin beton aklına karşı tuğla tuğla direniştir. Öğrenci sayısı artar, ikili eğitim başlar. Sabah cehaletle savaş, öğleden sonra umutla barış.
1969’da Gökçeler 1974’te Uluköy İlkokulu açılır. 1989’da tüm okullar Topaktaş’ta birleştirilir. Mahalle okulları kapanır. Bu kapanış sadece kapı değil–devletin “çok oldunuz” demesidir. Ama Kazancı susmaz. Aynı yıl lise açılır. Müdür Cafer Taştekin olur, sonra belediye başkanı. Eşi Ayşe Taştekin müdür olur. Bu sadece görev değişimi değil–eğitimin aile mirasıdır.
1970–1980 arası Kazancılı artık her yerde. Almanya’da eğitim ateşesi Ankara’da danışman Konya’da rehberlik merkezi kuran. Üniversitelerde kürsü başkanı rektör. Devletin “köyde kal” dediği çocuklar devletin tepesine çıkar. Ama kimse “Nereden geldin” demez–çünkü Kazancı sessizce yürür.
Göksu’nun kuzeyinde Göktepe vardır. Bir adım önde başlar–bir adım erken kapanır. Kazancı takip eder–ama taklit etmez. 2025’te 40’ı devirmiş lisesini kapatır. Şükür ki 40’ı bitmişti. Çünkü bu kapanış sadece bina değil bir dönemin mezarıdır.
Ve Ozan Çolak Hasan yaşasaydı küfrünü kapatanlara değil kalkış tutanlara ederdi. Bir de kına yakardı–direnişe.
KAZANCI’NIN AYDINLIK YÜRÜYÜŞÜ – ÖNCÜLERİN GÖLGESİNDE BİR DİRENİŞ
Kazancı Göksu’nun güney yakasında kurulmuş bir köy değil sadece–bir fikir bir kıvılcım bir “Biz de varız” haykırışıdır. Cumhuriyet’in harfleri daha mürekkep kokarken Kazancı çoktan defter açmıştır. Bu defteri ilk yazanlar sadece öğretmen değil–öncüydü.
Sami Tunca
Köyün ilk yerli müdürü okulun kapısını açarken aslında bir çağın kapısını araladı. Devletin “köyde kal” dediği çocuklara “yürüyün” dedi. Tahta yetmedi, taşla yazdı. Müfredat yetmedi. hayatla öğretti.
İbrahim Türker
Almanya’ya eğitim ateşesi olarak gittiğinde Kazancı’nın sesi Avrupa’ya taşındı. Pasaportunda köy yazıyordu ama zihninde devrim. Bürokrasi onu tanıdı–ama köy onu yetiştirdi. Devletin diplomatik diliyle halkın sessiz çığlığını taşıdı.
Dede Uğuz
Sınıfın içinde değil sistemin dışında öğretmendi. Kitapla değil hikâyeyle eğitti. Öğrencilerine “soru sormayı” öğretti çünkü cevaplar zaten ezberdi. Devletin gözlükle baktığı yere çıplak gözle bakmayı öğretti.
Cafer Taştekin
Müdürlükten belediye başkanlığına geçtiğinde makamı değil misyonu büyüttü. Eşi Ayşe Taştekin okula müdür oldu. Bu sadece görev değil eğitimin aile mirasıydı. Kazancı’da eğitim soyadıyla değil soylulukla yürürdü.
Bu öncüler sadece ders anlatmadı. Devletin unuttuğu köylere bilgi kaçırdılar. Sistemin görmezden geldiği çocuklara umut taşıdılar. Ama bunu öyle sessiz yaptılar ki devlet fark etmedi. Çünkü Kazancı’da direniş zil sesiyle başlardı ve her teneffüs bir özgürlük molasıydı.
ÇOLAK HASAN’DAN MEKTUP VAR – Güneşi Batıranlara Karşı
Ruhlar haber getirdi..Kazancı Lisesi’ne kilit vurmuşsunuz… ya da vurduğunuzu sandınız. Ama bilin ki 1924’te Karşı Yakada doğan güneşi batırmak, sadece Karşı Yakayı değil, vicdanı, hafızayı, halkın göğsünü karanlığa boğar.
Kimdi Çolak Hasan?
Bir halk ozanıydı. Derdin üstüne saban sürerdi, yarayı gark eder, güle çevirirdi. Kanayan yere merhem değil, kelime basardı. Susturulanın sesi olurdu, unutulanın yankısı. Halk önderiydi.
1924’te Türkiye’de başlayan aydınlanma hareketinde, Karşı Yakada meşale taşıyan oydu. İlkokulun açılışında kurban kesen, ortaokulun temelini atan, liseyi 55 yıl önce saban iziyle kuran oydu.
Ve şimdi?O okulun kapısına kilit vurulmuş. Ama Hasan’ın göğsü hâlâ siper. Ruhu hâlâ koridorlarda yankılanıyor. Gapama ekmeği hâlâ bölünüyor. Bungarın sesi hâlâ duyuluyor.
KÖR KEMAL’LE GELEN DEVRİM
Kör Kemal o sabah kahveye girdiğinde, taş duvar bile kıvım kıvım seğirdi. Kahveci İrbeğim artık sadece çaycı değil edebiyat kürsüsüydü. Kör Kemal artık sadece sessiz değil kıvımsal halk önderiydi.. Fadime, Zeynep, Sultan, Ayşe, Fatma artık sadece yoğurt taşıyan değil meta-anlatı taşıyıcısıydı. Zühre artık sadece çamaşır seren değil güneş lekesiyle yazan bir şairdi. Düdükçü artık sadece düdükçü değil bildirimsiz bir devrimciydi. Kahve taş duvardı; altı ahır, üstü ev, en üstü devrim. Kahveci İrbeğim, geleni gülüşle karşılardı. Bakıştan anlardı: “Sen iki şekerli, sen demli, sen de dut lekeli çay istersin.”
Ama o gün, Kör Kemal kahvenin ortasına dikildi ve ilk kez konuştu: “Susmakla kültür devrimi olmaz! Okeye dönmekle hiç olmaz! Bu kahve artık taş duvarlı bir kütüphane olacak! Herkesin elinde bir roman göreceğim! Ve içinizden biri, bu sohbetleri romanlaştıracak! Sesimiz, Torosların eteğindeki sessiz köyün yükselen çığlığı olacak!” Köy sustu. Sonra alkışladı. Kahveci İrbeğim, çay tepsisinin üstüne bir kitap koydu. “Bugün çayla birlikte ‘İnce Memed’ ikramımızdır,” dedi.
O gün, Kazancı’da ne bildirim sesi vardı ne modem ışığı. Ama bir çoban yıldızı göğe yazıldı. Kör Kemal, gözlük camını sildi, çayını aldı ve kürsüye çıktı. Kürsü dediğimiz, İrbeğim’in taş duvarlı kahvesinde, okey masasının üstüne konmuş bir kitap tepsisiydi. Kör Kemal konuştu ama tweet atmadı. Çünkü bu anayasa, bildirimle değil gül reçetesiyle mühürlenecekti.
1-Her tohum bir fikirdir,
2-her fikir bir kıvıdır, her kıvı paylaşılmak içindir.
3- Renk yasaklanamaz, mizah anayasal haktır. Salıncağın ipi Wi-Fi değil yün kolandır.
4-Ceviz kabuğu çatlayabilir ama fikir dağılmaz.
5- Her dut lekesi bir dipnot, her yoğurt bir metafordur.
6-Gözlük camına yazılan cümle ekranı aşar, bildirim gelmezse kaval çalınır.
7- Kazancı’da namus ayıp değil bir değerdir.
8- her kazancılı bacı kardeştir.

















Paylaş:
5 Beğeni
(c) Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Şiirlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Şiiri Değerlendirin
 
Torosların eteğindeki sessiz köyün yükselen çığlığı romanı Şiirine Yorum Yap
Okuduğunuz Torosların eteğindeki sessiz köyün yükselen çığlığı romanı şiir ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
TOROSLARIN ETEĞİNDEKİ SESSİZ KÖYÜN YÜKSELEN ÇIĞLIĞI ROMANI şiirine yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL