3
Yorum
5
Beğeni
5,0
Puan
73
Okunma
Benim ülkem,
dört mevsimi aynı sofraya seren ana gibi,
karlı başında kınalı bir yaz gizler;
bir yanında mor sümbül kokar yaylalar,
ötekinde zeytin gölgesinde gülümser Ege.
Anadolu…
Medeniyetler başından öper seni;
Göbeklitepe’den Kapadokya’nın taşlarına,
Dicle’nin sesinden Fırat’ın sabrına
bin çağın nabzı vurur aynı göğse.
Her taşında bir harf,
her yolunda bir dua bulunur.
Bir türkü tutturur Yunus,
“Gelin tanış olalım,” der,
gönüller su gibi berraklaşır.
Pir Sultan, haktan yana kalkar,
dizeleri kılıçtan keskindir ama
yüreği odur insana merhem.
Hacı Bektaş’ın kapısında
sevgi, akıl ve adalet bir kazan gibi kaynar;
Mevlana’nın seması döndükçe
işaret eder göğe çivilenmiş umudu.
Nasrettin Hoca gelir,
“maya tutar” der, gülerek eker sözü,
biz de kahkahayla öğreniriz hikmeti.
Dağlarım heybetli:
Ağrı’da kar hırçın, Kaçkar’da rüzgâr türküdür.
Ovalarım bereketli:
Çukurova başak başak bir duadır,
Konya ovası ufku çoğaltır.
İçimde şehirler konuşur:
İstanbul, iki kıtanın gözbebeği;
Ankara, dingin bir yürek atışı;
İzmir, denize bakan özgür bir şarkı;
Diyarbakır, Mardin, Van…
her biri ayrı lehçe, aynı kelime: “yurt”.
Halayım, horonum, zeybeğim;
barım, semahım, delilo’m…
Herkes kendi adımıyla atar aynı ortak adıma:
sevinç.
Diller çoğalır;
ninniler başka başka tınlar
ama beşiğin ağacı aynı ormandandır.
Çanakkale’de,
toprağın avucu mermiyi değil evladını tuttu;
rüzgâr “geçit yok” diye haykırdı dalgalarla.
Kurtuluş, yüzyılın en ağır türküsünün
en aydın nakaratıydı;
Mustafa Kemal,
küllerden yeniden yoğurdu yarını.
Cumhuriyet, genç omuzlara emanet edildi;
laiklik, aklın ışığını, vicdanın serinliğini
aynı pencereden içeri aldı.
Benim ülkem,
terzisi tarih olan bir ceket gibidir:
kumaşı dayanıklı, dikişi emek işidir.
Kimi zaman hüzünle sökülür bir yerinden
terör, afet, ayrılık derken;
ama aynı gece milyon el
aynı iğneyi tutup yeniden diker sabaha.
Irmaklarım konuşur:
Gediz sabırla, Kızılırmak kıvrım kıvrım,
Yeşilırmak ince, Sakarya derin;
her biri çocuklarına su taşır
ve her bardak “vatana şükür” der.
Pazarlarda renklerim çoğalır:
Çorum’un Leblebisi tarihi saat kulesi
Hatay’ın baharatı, Rize’nin çayı,
Antep’in fıstığı, Aydın’ın inciri,
Kars’ın peynirinde sabrın tuzu var.
Karadeniz’in hırçın dalgası
balıkçının avuç çizgilerine
kader diye değil, ekmek diye yazılır.
Ege’de zeytin ağacı,
barışın şiirini günbatımına asar.
Çocuklarım okullara koşar;
kitap sayfası çevrilirken
mühendislik hayali uçar Mars’a, Ay’a.
Atölyelerde alın teri ipek olur;
tımarhaneye değil laboratuvara
teslim eder deliliklerimizi,
adını “icat” koyarız.
Ozanlarım,
bağlamanın göğsünde taşır memleketi;
bir tel gurbet, biri sevda, biri kader;
üçü birden çalınca
aynı türküyü söyler herkes
kendi sesinin rengiyle.
Benim ülkem,
büyük bir sofradır:
kervansaray gölgeli,
hancıyla yolcunun payı eşit.
Misafirin suyu soğuk,
ekmeği tazedir;
kapısı “merhaba”ya,
eşiği “hoş geldin”e açıktır.
Ve ben,
yılların gurbetinde,
Amsterdam rüzgârına yaslanıp
her dalgalanan bayrakta
evimin perdesini görürüm.
Uzak yakın olur,
mesafe söz dinler;
bir fotoğrafa bakar
“işte” derim,
“işte Türkiyem:
tarihin omzuna konmuş güvercin,
geleceğin avucuna bırakılmış kalem.”
Sevgim budur sana,
ne eksilir ne taşar;
her yara yerini bulur
senin toprağına değince.
Ve her sabah yeni bir mısra doğar
Anadolu güneşinden:
Adınla başlar,
umutla biter.
Ozan Güner Kaymak
Amsterdam 23.10.2025
5.0
100% (2)