4
Yorum
22
Beğeni
5,0
Puan
261
Okunma
I. PERDE : DUDAKTA BAŞLAYAN BİR DAVA
Sahne:
Bir meyhane masası.
Bir ucunda Can Yücel oturur — gömleği açık, saçı darmadağın, sesi gür.
Diğer ucunda Cemal Süreya — sigarası yanar, gözleri uzak bir kadına takılı.
Masada iki kadeh. Arada bir kitap var: "Aşk" Ama kapağı kapalı.
Can Yücel:
Usta, aşk dediğin...
kadehin dibinde kalan tortudur bazen.
Bir kadının kahkahasında bulurum ben onu
yahut hiçliğin askısında.
Bakma sen şiire sığdırdığıma,
ben onu önce yaşarım, sonra küfrederim.
Cemal Süreya:
Aşk...
Aşk öyle bir şey ki Can,
bir kadının saçından geçerken şiir olur.
Tenin kıvrımına oturur dize,
ama asıl ruhunda yanar.
Ben onu yaşarken susarım,
yazarken öperim.
Can Yücel:
Sen fazla nazik konuşuyorsun.
Aşk dediğin, insanı sarsmalı ulan!
Öyle içli içli değil,
duvara çarpa çarpa sevmeli.
Benim dizelerim tükürür bazen.
Ama sevgiyle tükürür.
Cemal Süreya:
Benim dizelerim bazen öyle fısıldar ki,
bir kadın okuyunca ağlar.
Aşk bence,
bir kadının göz kapaklarında şiir aramaktır.
Bedeni geçmeden ruhuna varamazsın ki.
Can Yücel (kadehi kaldırır):
Eee o zaman soruyorum Cemal:
Aşk mı şairi yaratır,
yoksa biz mi onu darmadağın edip
yeniden yazıyoruz?
Cemal Süreya (gözlüğünü indirir):
Belki de aşk dediğimiz,
hep bir başka kadının hatırasıdır.
Biz sadece üzerine dizeler yazarız.
Yani ne biz aşkı yaratırız,
ne aşk bizi.
Birbirimizin izini sürer dururuz.
Can Yücel (bir sigara yakarken, gözleri uzaklarda):
Bense aşkı bir küfür gibi sevdim usta.
Bir gece yarısı,
rakının dibinde.
Kadın ne dedi bilmiyorum ama
şiire malzeme çıktı sonunda.
Cemal:
Şiire sığmayan bir kadınla yaşadım ben.
Gözleriyle harfleri bozan,
kalbime imla hataları bırakan…
Yani ne kadar yazdıysam,
o kadar eksildim.
Can:
Bense eksilmekten korkmadım hiç.
Aşk dediğin biraz delilik,
biraz da göze almak laneti.
Bir kadına “gel” dedim,
şiir oldu.
“Git” dedim,
ölü dize kaldı geriye.
Cemal (yana çevirip yüzünü, gözleri nemli):
Ama aşk bir dizeye sığmaz Can.
O en çok susarken büyür.
Kadın bakarken olur.
Ve en kötüsü…
Gidince, şair bile yetmez ona.
Can (gülümseyerek):
Doğru dersin be usta.
Ben bazı aşkları ancak giderken tanıdım.
Kal dedim,
kalbimde bir ömür kaldı.
Cemal:
Peki Can,
Bu sefer ben soruyorum ,
aşk mı şairi yaratır,
yoksa şair mi aşkı?
Can:
Şair yaratır usta.
Çünkü aşk bir odun parçasıdır.
Ateşi veren biziz.
Ateşle yazan,
ateşte yanan da biziz.
Cemal (bir nefes alır):
Ama ya bir kadın gelir de bir gün
ve hiçbir dizeye benzetemezsen onu,
Ne yapacaksın o zaman Can?
Onu yazamazsan,
yaşayamazsın da.
Can:
O zaman susarsın Cemal.
En büyük şiir,
söylenmemiş olan değil midir?
II. PERDE : AŞKIN ÇÜRÜK DİŞLERİ
Sahne:
Aynı masa. Ama artık zaman sızmış aralara.
Masa biraz daha dağınık.
Kadehler lekelenmiş, kitap biraz daha yıpranmış.
Duvarda bir ayna; kırık.
İçinde kadın siluetleri yanıp sönüyor.
Can Yücel, ayakta, elinde boş bir şarap şişesi.
Cemal Süreya, oturmuş, parmaklarıyla masaya bir ritim tutuyor.
Can Yücel:
Bak Cemal, ben sana bi’ şey diyeyim:
Aşk, diş ağrısı gibi.
İçten içe zonklar,
ama ne çıkarırsın ne çekersin!
Bazen kadını sevmiyorsun aslında...
Kendini sevmeyi seviyorsun.
Cemal Süreya:
Aşk…
Aşk bazen bir kelimenin ucudur Can.
Tutarsın, ama dizeye çeviremezsin.
Bir kadının gözyaşı mı daha şiirseldir,
yoksa onun gülüşündeki terk mi?
Ben her ikisinde de kendimi kaybettim.
Can Yücel (gülerek):
Ben zaten hep kayıptım be kardeşim!
Aşkı kaybettim, sonra bir meyhanede buldum,
ama hesabı hep bana yazdılar.
Sen fazla zarif anlatıyorsun.
Hayat o kadar naif değil.
Kadın terk ederken ’şiir gibi’ gitmez mesela,
bazen tek kelime bile söylemeden çeker gider.
Bazen cümleleriyle kurşunlar kalbini öyle gider.
Cemal Süreya:
Ama Can,
o tek kelimesizlik var ya...
Bazen en çok orası şiirdir.
Ben bir kadının "hoşça kal"ını
on üç kere yazdım,
ama asla aynı anlama gelemedi.
Çünkü aşk, anlamını değiştiren bir dildir.
Can Yücel:
E o zaman şiir ne oluyor ulan?!
Aşkı anlatamıyorsa
neye yarar bu kadar dize?
Ben bazen yazarken küfrederim.
Kadına değil ha, yanlış anlama.
Onun beni bu hâle getiren hayaline!
Cemal Süreya:
Şiir...
Şiir bazen tam da anlatamadığın şeydir Can.
Kadına söylenmeyen mektuptur.
O yüzden şiir yazılır ama gönderilmez.
Aşk mektubunun zarfsız hâlidir.
(Aynadaki siluet bir an belirginleşir. Bir kadın figürü şiir mırıldanır:)
Kadın Sesi :
"Bir kadını sevmek,
onun gülüşüne giyinmek demektir.
Ama sen hep soyunmayı sevdin şair."
Can Yücel (hırçınlaşır):
Ulan ne güzel laf ettin be kadın!
Ama ben kadını çıplakken sevmedim sadece,
susarken de sevdim.
Sigarayı yakarken de,
ağlarken de.
Ben kadının insani tarafını şiirleştirdim,
tanrıça yapmadım!
Cemal Süreya (usulca):
Ama senin tanrıçaların ya rakı içti Can ,ya da şarap.
Benimkilerse hep ilham verdiler bana.
Aşk belki de iki kişinin farklı yalnızlıklarını
aynı satıra koyma çabasıydı.
Sen sokağa yazdın,
ben kadının kalbine.
Can Yücel:
Sen de haklısın be Cemal.
Ama yine de soruyorum:
Aşk mı şairi yaratır,
yoksa biz bu lanet kelimelerle
aşkı ölümsüzleştirmeye mi çalışıyoruz?
Cemal Süreya (yavaşça):
Belki de aşk bir hastalık Can.
Ama şiir, onun kronik tedavisi.
3. PERDE: ŞİİR KİMİN GÜNAHIDIR ?
(Işık sadece şairlerin yüzünde.Gerisi karanlık.
Zemin, kırık mısralarla döşenmiş gibi.
Kadının sesi bu kez şiirlerden oluşuyor . Onların şiirlerinden.)
Cemal Süreya:
Can,
bazen düşünüyorum da...
Biz kadınları sevdik mi gerçekten?
Yoksa onlara ait yalnızlıkları mı şiire çevirdik?
Can Yücel:
Yahu Cemal,
yalnızlığa da kıskanılacak bir kadın gibi sarıldık be.
Ama kadın da bazen bir şiirden fazla yalnızlıktı.
Ben içtim, yazdım, küfrettim.
Ama hep bir “keşke”nin gölgesinde...
Kadın Sesi (şiirlerden süzülerek):
"Senin dizelerinde hep eksik bir elbise vardı,
ya da fazladan çıkarılmış bir cümle."
Cemal (iç çekerek):
Ben kadınlara hep geç kaldım.
Ya da onlar benden erken gitti.
Şiir, o aradaki boşluktur belki de.
Ne ben dolabımdaki elbiseyi çıkarabildim,
ne o son cümleyi yazabildim.
Can Yücel (yüzünü ellerine gömer):
Şiir bazen ihanet gibi gelir bana.
Birini çok seversin,
ama kaleme düşen onun değil,
onun sende bıraktığı lekedir.
Ve o leke hiç çıkmaz be Cemal.
Cemal Süreya:
Evet...
Bir kadını sevdiğinde şiir yazarsın,
ama o şiiri yazdığında artık o kadın yoktur.
Çünkü şiir, gerçeğin tabutudur bazen.
Kadın Sesi (usulca):
"Ben sizi sevmedim belki,
ama siz beni şiirle ölümsüz kıldınız.
Bu, en büyük lanetiniz."
Can Yücel (ayağa kalkar):
O zaman şiir bir günah bir ezadır!
Hem sevdiğimize ettiğimiz,
hem de kendimize!
Cemal Süreya (fısıltıyla):
Ama şiir olmasaydı,
belki hiç kimse bizim içimizi görmeyecekti Can...
Biz kalbimizi dilin üstüne koyduk.
Açıkta bıraktık.
Ve bu da bizim en büyük inancımızdı.
Kadın Sesi (yine onların dizelerinden oluşarak):
"Bir kadını yazmak,
onu yitirmekle başlar.
Siz beni önce sevdiniz,
sonra anlattınız,
en son ise sustunuz."
(Sahne kararır.
Kadının sesi kesilir.
Şairlerin sandalyesi boşalır,
ama yerde birer gölge kalır:
Biri içki lekesi gibi,
öteki silinmemiş bir şiir gibi.)
4. PERDE: SON DİZE YAZILMAZ
Sahne:
Boş bir tren garı.
Sabaha karşı.
Hiçbir tren gelmeyecek artık, ama gar bekliyor.
Sadece rüzgar var, bir de yerde uçuşan kağıt parçaları.
Bazılarında dizeler yazılı,
bazılarında isimler silinmiş.
İki adam, uzak köşelerde oturuyor.
Birbirlerine dönük değiller,
ama aynı sessizliği dinliyorlar.
Cemal Süreya (gözlerini boşluğa dikmiş):
Aşk bir mevsim değil Can.
Olsa olsa bir yanlış durak.
İnsan iner…
Ve bir daha hiçbir yere varamaz.
Can Yücel (gülümseyerek):
Ben çok indim Cemal.
Bazı kadınlarda, bazı rakı sofralarında…
Ama şiir hep trende kaldı be.
Şair hep geç kalan oldu.
Ya da erken inen.
Cemal:
Biliyor musun,
biz aşkı anlatmaya çalışırken,
onu hiç yaşayamadık.
Belki de aşk, anlatmayı bıraktığında başlıyor.
Can:
Yok be kardeşim,
aşk mıh gibi bir şey.
Kafaya bir çakarsın,
ne mantık kalır ne şiir.
Gerisi hep cerrah işi,
dize dize dikiş tutturmak.
Cemal:
Ama o dikişler tutmaz Can.
Her dize biraz açar eski yarayı.
Bir kadın hatırlanır,
bir gülüş, bir ayrılık...
Ve sonra yine yazarsın.
Çünkü başka çaren yoktur.
Can:
Yani diyorsun ki,
şiir bizim iyileşemediğimiz yer mi?
Cemal:
Hayır, şiir…
Yarayı kanata kanata yaşama biçimimiz.
Biz sadece birer şair değiliz aslında,
birer yankıyız.
Kendimize bile geç kalan yankı.
Can (ayağa kalkar, elleri cebinde):
Peki bu mahkeme neydi Cemal?
Kimi yargıladık burada?
Kadını mı, aşkı mı, kendimizi mi?
Cemal:
Hiçbirini.
Bu mahkeme,
yazının susmaya karşı açtığı son dava.
Ve biz…
Sadece tanığıydık kelimelerin.
Bir de sanığı.
Aynı anda.
Can:
İyi de, tekrar tekrar sorduk bunu,
Aşk mıydı bizi şair yapan,
yoksa şair olduğumuz için mi
hiçbir aşk tam olamadı?
Cemal (fısıltıyla):
Belki de şiir,
aşkın hiçbir zaman olamayacağı hâlidir.
Ve biz,
o hâli sevdik hep.
Kimsesizliğini,
yüksekliğini…
Ulaşılmazlığını.
(Birden rüzgar diner.
Tren garı sessizliğe gömülür.
Bir tren anonsu yapılmaz.
Ama fonda çok hafif, çok eski bir kadın sesi duyulur
belki bir sevgilinin unutulmuş cümlesi:)
Kadın Sesi (çok uzaklardan):
"Ben sizi sevdim…
Ama siz beni şiire çevirdiniz.
Ve ben artık kim olduğumu bilmiyorum."
Can (başını eğer):
Biz sevdik mi Cemal?
Yoksa sadece yazmayı mı bildik?
Cemal (gözlerini kapar):
Biz yazdık Can…
Ve bu, en korkunç yalnızlık biçimiydi.
Çünkü birine aşkı anlattığında,
ona aşkı yaşatamazsın artık.
(Işık yavaşça kararır.
Garın duvarına, bir dizenin gölgesi düşer: AŞK)
Perde de Kapanır Sessizce ...
Ve işte böyle,
sen okur olarak aşkın çürük dişlerini,
şiirin keskin bıçağını,
ve iki büyük şairin yaralı kalbini gördün.
Bu sadece bir kurmaca değil,
şairin iç dünyasına açılan bir duruşmaydı.
Ama önce…
biraz da şu aşk meselesini biraz susalım.
Zaten son dize…
hiçbir zaman yazılmaz.
5.0
100% (5)