8
Yorum
27
Beğeni
5,0
Puan
743
Okunma
Yağmur yağıyor, benim öteki gözüm nerede?
Her şeyin yarısını görüyorum. Hayatın yarısını, Tanrı’nın yarısını. Yüzümün yarısını.
İki adamın omuzlarında uzunca bir tahta kutu.
Nice diyarlar geçip bir ikindi üstü geldiler apartman kapısına.
Ben isterdim bahçeli bir evin kapısına gelsinler.
Pencerelerine hanımeli dolanmış bir evin kapısına.
Güzel adamlardı, hiç konuşmadılar. Sonra ıslıklarla gittiler.
Kutunuz kaldı dedim. O senin dediler.
Bir çamaşır mandalına sen git bak dedim. Çünkü mandallar korkusuzdurlar ve hep başkaları için bir şeyler yaparlar.
Ben de herkesin yaptığı şeyi yapıyorum. Mandalı aşağı atıyorum.
Oysa o korkunç rüzgarlarda bile,
Kavurucu sıcaklarda bile
Benim her şeyimi sımsıkı tutmuştu.
Kutu; tahteşşuur.
(Böyle diyerek onun bilindik ama korkunç varlığından kaçıyorum.)
Kapağın altında taklacı güvercinler, ateş halkasından atlayan arslanlar, zil takıp oynayan ayılar ve anne diyen kediler var.
Boğazına kadar acayipliğe batmış bu dünyada
Hala kendilerinin acayip olduklarını sanıyorlar.
Annemin kana bulanmış mor entarisi var. ‘Üzerime kan bulaştırdın’ diye öfkelenip
Kalbimi kestiği ve yine üzerine kan bulaştırdığı mor entarisi.
Ve babamın son kez yüzüme gülerken titreyen dudaklarından düşen bıyık teli orada.
Taklacı güvercinler hala en acayip şeyi kendilerinin yaptığını sanıyorlar.
Ben siyah poşette taşınmalıyım.
Arka sokaklardan, arka kapılardan
Gizlice sokulmalıyım haneye.
Bütün ışıkları söndürülmeli odanın. Kara perdeler çekilmeli. Kimse beni görmemeli.
Ben gözleri öpmeyi seviyorum
Öptüğüm bütün gözler kör oluyor.
Ben siyah ketenden bir torbada -fermuarı ve düğmeleri olmayan bir torbada-
Arka kapılardan çıkartılıp gecenin üçünde
Daha baykuş tarla faresini hazmetmemişken
Dağ eteklerinde, tek bir hanenin bile ışığı yanmıyorken
Elektrik direği resmi mesaisini yeni bitirmişken
Adı daha konulmamış bir kara renkteki gecede
Annemin yolladığı incir reçeli
Otobüs bagajında bir memleketin ıssız obasından geçiyorken
Ama reçelin içindeki incirler gibi
Olmadan ölmüş, zorla tatlandırılmış
Tatlı, ölü ve buruşuk
Unutmuş ve şaşkın
Ben siyah bir torbanın içinde.
Akarsulardan ve tarım arazilerinden
Meralardan ve çocuk parklarından uzak
Yalçın bir kayanın içine
On yedi metre derinliğinde bir çukura
Kireçlenmiş bir çukura
Saklanmalıyım.
Çünkü ben hep dirildim sığ mezarlardan
Benim kızım sarı kasımpatı getirir iş çıkışı
O daha bilmiyor kasımpatı hüsran
Ben ona unuttuğum güzel şeyleri öğretmiştim çünkü
Aslında ben anne de değildim
Bakır bir elektrik teliydim.
Tanrı’nın indirdiği. Kendinden toprağa
Ben sadece iletkendim. Merdivenler gibi.
Merdivenler gibi
Üzeri aşınıp parlamış, altı örümcek ağı ve unutulmuş öteberi dolu.
Herkesi götürürken hiçbir yere gidemesin diye
Kıyılarına demir trabzan takılmış merdivenler gibi
Mektup zarfları gibi.
Mektup zarfları gibi, ağzına kadar başkasının sözleriyle dolu
Kendi konuşmasın diye ağzı tutkallanmış.
Mektup sineye bastırılır. Öpülür. Saklanır mübarek bir emanet gibi.
Zarfın ağzı yırtılır. İçi boşaltılır. Serin bir rüzgar dolar içine uzun zaman sonra.
Ağzını açıp içini döken herkes gibi.
Zarflar hiç konuşamaz. Ağızları yırtıktır.
Yay boş çekilmiş la sesinde.
Durmadan la sesinde.
Sabahın ilk ışıklarında damların üzerinde
Gün batarken dağların üzerinde
Annemin mor entarisinin üzerinde
Bir beslenme çantasındaki kirli peçetenin üzerinde
Zikirli sakalların üzerinde
Kirli saçların üzerinde.
Üşüyen bir saatin üzerinde
La sesi
Herkes ağlasın diye.
Herkes duruyorken gidenler var diye
Arka sokaklardan, siyah torbalar içinde
Gidenler var diye.
Babamın divandaki kalıntısının üzerine televizyonun dantel örtüsünü serdim.
Solistin türküsü nefes alsın
Babam tozlanmasın diye.
Yok olan şeyler de tozlanır çünkü.
O uyudu, iki yana düştü elleri.
Annemin oklavasıyla dokundum avuç içine.
Sonra oklavanın ucuna baktım
Hiç merhamet bulaşığı yoktu.
Babamın ellerinin üzerine minder koydum.
Ben işe yaramayan ama umudumu kesmediğim şeyleri
Minder altına gizleyen bir çocuktum.
Beni tutamaz kimse.
Çünkü ben zamanın bizzat kendisiyim.
Altın kordonla bileğine doladığın saatin içindeyim.
Sen sana ait olduğumu sanırsın.
Oysa ben sendeyken bile giderim.
Saat benim yatağımdır. Örtüsü dahi kırışmamış.
Tanrı’nın camisi gibi. Orası O’nun tayin edilmiş evidir ama O orada değildir.
Sen beni tutamazsın.
Bir hikaye duydum
Ellerim cebimde, bir seher vaktinde,
Daha süpürülmemiş bir sokaktan geçiyordum.
Daha kimse kimseyi olmayan güzelliklerle kandırmamıştı.
Saçlar tepeden öylesine toplanmış, kirli sepetleri dolu ve çöp kutuları.
Fareler ortalıkta.
Karanlık yani gerçek renginde dünya
Bir hikaye duydum.
Tanrı, şeytanın ipiyle kendini asmış sedir ağacına. -Kendi ipini kirletmedi.-
Çok çırpınmış. Ayakkabısı düşmüş ayağından.
Ayakkabısı Nuh’un gemisi.
Bizi kurtardı, kendi ahiretini yaktı. Tanrı yalınayak öldü. Sonra cennete gitti.
Cümleten Allahsız kaldık.
Bir sigara yakacaktım, gülümseyerek. Tanrı konuştu.
Yeni yapılmış bir binanın bodrumundan geldi sesi.
Sesini sessizliğinden tanıdım.
“Sence ben ölür müyüm?” dedi. “Her şey seni anlamak içindi.”
İnsanlar geçti buradan. Yerlerde kanlı ayak izleri. Ne yana kaçtıklarını ve tufan bittiğinde
Nasıl geri döneceklerini bulabilmek için
Birbirlerini -içlerindeki en güçsüzleri- kestiler.
Benim öteki gözüm nerede düştü?
Yağmur yağıyor, benim öteki gözüm nerede düştü!
“Siyah torbanın içinde.”
5.0
100% (8)