12
Yorum
7
Beğeni
0,0
Puan
2579
Okunma


Küçük bir sarsıntıyla yerimden fırladım. Deprem mi oldu, yoksa ben mi yattığım yeri salladım diye düşünürken daha önce bir benzerini daha önce duymadığım ve konuşurken yerlerin sarsıldığı, gökyüzünün yankılandığı bir ses duydum:
-Korkma, benim.
-...?
-Benim, Adem...
-Adem?
-En eskisi...
-Yani ilk olan mı?
-Evet tam üstüme bastın.
-Peki seni neden göremiyorum?
-Tam üstüme bastın dedim.
Ayağımın birini kaldırıp yere doğru baktım.
-Aşağıda mısın?
-Aşağıda değilim, aşağıyım.
-Bilmece gibi konuşuyorsun.
-Hayır siz diyorsunuz bana aşağı diye, dünya kelimesinin anlamını bilmiyor gibisin.
-Yani sen...?
-Evet şu an üzerinde yaşadığın gezegenle konuşuyorsun.
-Bu...bu nasıl olabilir? Öncelikle dilimi nasıl konuşabiliyorsun?
-Komik olma! Üzerimde yaşayan, yaşayagelmiş ve yaşayacak olan herşey benim bir parçam. Herşeyinizin kaynağı benim.
Sarsılmıştım. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Biri benimle oyun oynuyor olmalıydı. Ama ses hem her yerden, hem de hiç bir yerden geliyor gibiydi. Sadece böyle olması bile yeterince ürkütücüydü.
-Ama az önce kendine Adem dedin?
-Evet...
-Biz yüzyıllardır senin insan olduğunu öğrendik ve öğrettik.
-Siz kendinizi çok önemsediğiniz için, herşeyi kendi şeklinizde hayal ediyorsunuz. Hatta bazılarınız Tanrı’yı da insan suretinde hayal ediyor. Gerçi bunun için sizi suçlayamam. Sınırlı bir zihin ve algıya sahipsiniz.
-Peki sen tanrı mısın?
-Koskoca evrende soluk mavi renkli bir noktadan ibaretim ve senin bana sorduğun soruya bak.
-Afedersin, şu an hala bulunduğum durumun şokunu yaşıyorum.
-Neden?
-Şu an dünyayla konuşuyorum.
-Gözünün gördüğü veya göremediği herşeyin bir dili vardır. Siz sadece duymak istemiyorsunuz. Az önce dediğim gibi, sınırlı zihinlerinizin ürettiği hücrelere hapsolmuş durumdasınız. O küçücük hücreleri bir de tabular, korkular ve başka şeylerle doldurup, yaşadığınızı sanıyorsunuz.
-Peki ben seninle nasıl konuşuyorum?
-Büyük ihtimalle büyük bir travma yaşadın, yahut tükendin. Maddi manevi sahip olduğun herşeyi yitirdin. Bu seni hapseden unsurların da yokolmasını sağladı. Daha dün bir tanrı var mı yok mu onu sorguluyordun, öyle değil mi?
-Evet, ama...?
-Diyelim ki sen o kullandığınız makinelerde simülasyon bir şehir yarattın. Mükemmel bir şehir. Yapay zekaları harikulade. Ancak senden habersizler. Onlara ne öğretildiyse o şekilde yaşıyorlar. Sonra bir gün içlerinden biri tasarımcısını aramaya başlıyor. Sorguluyor. Kendisinin o dünyada bir kaç satır koddan ibaret olduğunu ve bunun ötesinde bir şeyler olabileceğine kafa yoruyor. Hangisi hoşuna giderdi? Yazılmış kodları tekrar edenler mi, yoksa kodun kaynağı arayışına girenler mi?
Haklıydı. Kafam tam anlamıyla karmakarışıktı. Bir süre sessizce düşündüm. Sonra tekrar lafa girdim:
-Peki ya Havva?
-Ne olmuş Havva’ya?
-Sen Adem’sen, Havva...
-O da biraz üstünde bizi dinliyor.
-Nasıl? Ay’dan mı bahsediyorsun?
-Evet siz öyle diyorsunuz?
-Ama şu kaburga kemiği meselesi?
-Evet, bir zamanlar tam olarak benim parçamdı. Sonra benden ayrılarak ayrı bir şekle büründü. Kendi anlattıklarınızı bir düşün. Adem’in boyu normal insanlardan çok büyüktü. Havva onun bedeninden bir parçaydı. Gözyaşları denizleri oluşturdu. Yeryüzündeki tüm isimlerin kaynağıydı. Yüzyıllardır bizi tarif ediyorsunuz ama göremiyorsunuz.
-Peki cennetten kovulma kısmı?
-Güneşten kopmamızı kastediyorsunuz.
-Tüm bunlar imkansız. İnanamıyorum.
-İnanıp inanmaman umrumda değil. Sadece sorgula...
...
Gözümü açtığımda televizyon karşısındaki tekli koltukta uyuyakaldığımı farkettim. Odanın ışıkları kapalıydı ve yanımdaki sehpanın üzerinde, dünya şeklindeki gece lambası soluk ışığıyla hafifçe sehpayı aydınlatıyordu. Az önce bir rüyadan mı uyandım, yoksa şu an uykuya mı daldım, an itibariyle bundan pek emin değildim. Konuşmalar hala kafamda yankılanıyordu. Şakaklarımı ovuşturup karşımda sesi kısık bir şekilde çalışan televizyonun sesini açtım. Normalde izlemediğim bir kanalda kendisini profesör olarak tanıtan bir adam, Adem’i anlatıyordu:
"-Adem’in boyu bir minare uzunluğundaydı."
.