23
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
2533
Okunma


"Sonsuza dek yatabilen ölü değildir
ve tuhaf uzak zamanlarda ölüm bile ölebilir"
H.P.Lovecraft
Bay Lombardo yanında iki askerle evime geldiğinde, elektrik akımıyla ölü bir maymun üzerinde deney yapıyordum. Uzun süredir üzerinde çalıştığım bir konuydu. Hem aküyü, hem de yeni ölmüş bir maymunu temin etmek bana oldukça uzun bir zaman ve paraya mal olmuştu. Bu yüzden deneyimin böyle bölünmesi beni fazlasıyla rahatsız etti. Kapıma gelenleri savuşturmak için mahzenden yukarı çıktığımda çoktan kapıyı açıp içeri girdiklerini görünce iyice canım sıkıldı. Bay Lombardo, esmer, uzun boylu, dar omuzlu ve zayıf biriydi. Kocaman gözleri ile fazla sık olmayan ince bıyıkları yüzünde tezat oluşturuyordu. Ancak benzi solgundu ve üzgün görünüyordu. Konuşurken kitaplığımdaki kitaplara boş gözlerle bakıyordu:
-Sizi rahatsız ettiğim için üzgünüm Bay Salafia. Meşgulmüydünüz?
-Evet efendim, oldukça önemli bir işim vardı. Ancak gelecek perşembe günü isterseniz ben bizzat sizi ziyarete gelebilirim.
-Hayır hayır Alfredo. O kadar vaktim yok. Hemen benimle gelmelisin.
-O halde meşgul olup olmadığım sorusu formaliteydi öyle mi?
-Laubaliliği bırakın lütfen, en geç öğleden sonra evimde olun. Arkadaşlar kapınızın önünde sizi bekliyor olacak.
-Ama efendim..
-İyi günler Bay Salafia.
...
Öğleden sonra bana pahalıya mal olan maymunumu bozulmaması ümidiyle soğuk mahzenimde bırakarak, iki asker eşliğinde Bay Lombardo’nun evine gittik. Ev, daha doğrusu villa demeliyim, Palermo’ya ve denize nazır kuzeydeki küçük tepenin üzerindeydi. Normalde asker sınıfının durumu iyi olmasına rağmen Lombardo’ların atadan gelen büyük bir servetleri vardı. Büyük demir kapılardan ve süs havuzlu, çiçekli bahçelerden geçtikten sonra eve ulaştığımızda ortalıkta tam bir matem havası vardı. Bayan Lombardo olduğunu tahmin ettiğim bir kadın bir köşede ağlıyor, akrabaları ve hizmetçileri yanında onu teselli etmeye çalışıyorlardı. İçeri girdiğimde yüzündeki siyah tülü kaldırarak bana baktı ve ağlamaya devam etti. Askerlerden biri omzumdan ittirerek yukarı çıkmamı söyledi. Kocaman bir merdiven 5-10 basamak çıktıktan sonra ortada bir heykelle ikiye ayrılıp kavis çizerek yukarı çıkıyordu. Sağ tarafı tercih ettim. Yukarı çıktığımda büyük camekanlı bir çalışma odasında Bay Lombardo ellerini arkasında kavuşturmuş pencereden dışarıyı izliyordu. Kapıyı çalarak içeri girdim.
-Hoşgeldiniz Bay Salafia.
-Merhaba efendim.
-İşinizi böldüğüm için üzgünüm. Ama çok önemli bir konuda yardımınıza ihtiyacım var.
Bana doğru döndüğünde gözleri kan çanağı gibiydi. O da eşi gibi ağlamış olmalıydı.
-Başka seçeneğim yok sanırım efendim. Sizi dinliyorum.
-... Rosalia...küçük Rozim...bu sabah öldü...
-Kızınız mı efendim?
-Bebeğim...daha iki yaşındaydı. Kutsal Meryem adına.. daha bebekti.
-Iıı, peki efendim...bendennnn ne yapmamı istiyorsunuz tam olarak?
-Alfredo!! Onu geri getir!! Bebeğimi...
-Efendim, bir yanlış anlama olmalı. Ben..
-Sen bir simyacı değilmisin? Büyücülük de yapıyormuşsun.
-Hayır efendim ben bir kimyagerim, gidenleri de geri getire...
-Simyacı ya da kimyacı ne farkeder? Lanet olası bir büyücüsün. Bebeğimi getir Alfredo, sana istediğini veririm. Para, toprak, araba bile alabilirim.
-Efendim, gerçekten bir yanlış anlama olmalı, bu istediğiniz, pek mümkün değil.
-Alfredo! Kabul et ya da sana hayatı zindan edeyim. Mahzeninde yaptığın işlerden eminim seni kurşuna dizdirecek bir şeyler bulabilirim. Yoksa Arap köklerini mi karıştırsam? Buralarda sultan için ajanlık yaptığın dedikodusunu yaymam yeterli.
Sanırım hakkımda tahmin ettiğimden daha fazla bilgisi vardı. Tabi ki ajan falan değildim. Asırlar evvel buralarda yaşayan büyük büyük dedelerimden biri selefî bir araptı. Soyadım da buradan geliyordu. Ama Lombardo’nun hakkımda asılsız bir iddia ortaya atması hem yaşamımı hem de kariyerimi tehlikeye atacaktı. Ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu fakat çaresiz kabul ettim.
...
Küçük kız, Kara Ölüm’den bu yana Avrupa’yı temellerinden sarsan en büyük felaketlerden birine, İspanyol Gribine maruz kalmıştı. Ülkeler dünya savaşından daha yeni çıkmış, fakirlik, sefalet ve hastalıklar almış başını gitmişti. Belki de bu Yaratıcı’nın bizi cezalandırma şekliydi. Şimdi ise benden İsa’nın mucizelerinden birini gerçekleştirmem isteniyordu. Her ne kadar laboratuvarımda ölü hayvanlar üzerinde bu tarz deneyler yapsam da, amacım diriltmekten ziyade, cesedin ve organların tazeliğini koruma, sinir sistemi hakkında bilgi edinme ve ruh kavramını kendimce açıklama girişimleriydi.
Küçük kızın bedenini bozulmasını engellemek amacıyla laboratuvarıma getirttim ve modern tıp kitapları yerine eski yazmaları incelemeye başladım. Çünkü aradığım şeyin modern tıpta yeri yoktu. Bu arada bozulmayı önlemek amacıyla kızın vücudundaki kanı çekerek, yerine alkol ve salisilik asit karışımı bir sıvı enjekte ettim. Kız tıpkı uyuyormuş gibi masamda yatıyordu. Tamam bozulmayı önleyebiliyordum, ama hayata döndürmek imkansızdı. Elektrik bile sadece sinirleri kısa süreli uyarmaktan öte gidemiyordu. Bendeki kitapların yetersiz kaldığını anladığımda, şehir kütüphanesinde şansımı denemek istedim.
Bu kütüphane Roma’dan beri ayaktaydı ve Arap, Norman ve İtalyan dönemleri boyunca zarar görmeden arşivini zenginleştirmişti. O tozlu rafların arasında ne zenginliklerin olduğu tam bir muammaydı. Böylelikle araştırmaya koyuldum. Tam olarak ne aradığımı bilmemekle birlikte tıp kitaplarından başlamak istemedim. Bay Lombardo bana simyacı dediğinden beri aklım oradaydı. Simya tehlikeli ve bir o kadar da cezbedici bir daldı. Çoğu üstad günümüzde kullandığımız çoğu kimyasal maddeyi simya çalışmaları sırasında bulmuştu. Yani faydası olmuştu. Ancak zararları daha çoktu elbet. Bu zararların büyük çoğunluğu da simyacının kendisineydi. Ama zaten ben bir simyacı değildim. Sadece şu an hayatını kurtarmaya çalışan çaresiz bir kimyagerdim.
Saatler süren aramadan sonra iyice umutsuzluk çökmüştü ve bitkin düşmüştüm. Artık kitapları öylesine karıştırıyor, adamakıllı okumuyordum bile. Bir ara gözlerim yarı kapalı şekilde Üstad Avicenna’nın kitaplarına ulaşmaya çalışıyordum ki dengemi kaybederek merdivenden kaydım. Tam düşerken de nafile bir şekilde bir kaç kitaba tutunmaya çalıştım ve birlikte epey yüksekten yere çakıldık. Ağzımda rutubetli kütüphane zeminin tadı, burnumda tozlu kitap kokularıyla bir süre yerde yattım. Sonra az ileride dik bir şekilde ayakta kalmış kitabı farkettim. Kapağında "AD VITAM ÆTERNAM" yazıyordu, sonsuz bir hayat için. Sürünerek kitaba yaklaştım ve kapağın altında Ferrera Üniversitesinin armasını gördüm. Merakla ilk sayfayı açtım, yazarın ismi yazıyordu "Philippus Aureolus Theophrastus Bombastus von Hohenheim" altında da parantez içinde (paracelsus-1516). Bu ismi duymuştum, yıllar önce üniversitede tıp dersinde görmüştük ama fazla üzerinde durulmadan geçilmişti. Kitabın italyanca olduğunu farkedince sevinerek yerden fırladım. Hemen etrafı toparlayadım ve koşarak eve gittim.
Eve gider gitmez önce kızın cesedini kontrol ettim. Herhangi bir biyolojik bozulma görünmüyordu. Hemen aceleyle vücudun dışını gliserinle kaplayarak kitabın başına oturdum. Kitap bizzat yazarın kendi tarafından Ferrera Üniversitesinde doktora yaptığı sırada kaleme alınmıştı. Rönesans sonrası özgür İtalya’ya göre bile çok aykırı fikirler içeriyordu. Fizikten, astrolojiye, psikolojiden, simyaya hatta okült bilimlere kadar bir çok konuda bilgi mevcuttu. Çoğunlukla çeşitli zehir ve kür yapımlarından bahsediliyordu. Beni ilgilendiren kısımları arıyordum ama kitap baştan aşağıya ilgimi çekiyordu. Şimdilik merakımı biraz bastırarak aradığım konuya simya ve nekromansi alanlarına yoğunlaştım. Uzunca bir süre okuduktan sonra Homunculi adı altında yaptığı deneylerle ilgili bir kısım buldum. Yazarın iddiasına göre burada yazdığı materyaller ve koşullarla bir varlık yaratmıştı ve buna Homunculus adını vermişti, yani İnsancık. Bu yaratığa kendi ayak işlerini yaptırdığından ve daha bir çok gizli iş için kullandığından bahsediyordu. Eğer yazar aklını yitirmiş bir şizofren değilse, bahsettiklerini denemekte fayda vardı. Ben bir yaratık meydana getirmek istemiyordum. Ama aynı uygulamaları kızın cesedi üzerinde yaparsam belki başarılı olabilirdim. Zaten kaybedeceğim fazla bir şey de yoktu. Derhal deneyi gerçekleştirmeye karar verdim.
Önce deney için gerekli materyalleri topladım. Kuzgun kemikleri, domuz kılları, insan spermi, at gübresi ve ektoplazm. Ektoplazmı nereden bulacağım konusunda hiç bir fikrim yoktu. Bir kaç arkadaşıma sorup, deli olduğumu düşünen bakışlarına maruz kaldıktan sonra, şans eseri Cappuccin Manastırının rahibinin ektoplazm bulabildiğini öğrendim. O da çoğu insan tarafından meczup olarak görülüyor ancak dini bilgisi sağlam olduğundan hakkında herhangi bir şikayet olmuyordu. Gece vakti rahiple bir buluşma ayarladım ve birlikte Cappuccin Manastırının derinliklerinde ilk defa gördüğüm mezar odalarına indik. Rahip büyük bir özenle yerlerden gözle görülmeyecek derecede saydam olan bir tozu küçük kavanoza doldurmaya başladı. Bu loş ışıkta o tozu nasıl görebildiğini merak ediyordum. Ancak devamlı ürperme halindeydim ve bir an önce buradan çıkmak istiyordum. O yüzden fazla soru sormadan rahibe ödememi yapıp koşar adımlarla manastırdan uzaklaştım. Arkamdan gelen rahibin titrek sesi tüylerimi daha da ürpertti "Kullandığın yere dikkat et".
Eve gelerek kitapta anlatılanları uygulamaya başladım. Önce kuzgun kemiklerini toz haline getirdim, ardından bunu domuz kılları, sperm ve at gübresiyle karıştırarak bir miktar ektoplazm ekledim. Bu karışımla bir daire çizmem gerekiyordu fakat ben hem daire çizdim, hem de bu karışımı cesedin üzerine sürdüm. Ayrıca bir miktar ektoplazmı da sulandırarak damarlarına enjekte ettim. Bu aşamadan sonra kırk gün beklemek gerekiyordu. Bir bilim adamı olarak düştüğüm bu durumdan utanç duyuyordum. Ancak bana başka çare bırakmamışlardı. Çaresiz beklemeye başladım.
...
Deneyden on gün kadar sonra bir gece mahzenden gelen gürültülerle uyandım. Elime şömine maşasını alıp, çekinerek aşağıya indim. Mahzene indiğimde sürgülediğim kapıyı arkasından birinin zorladığını gördüm. Açıp açmamak konusunda aşırı derecede tereddüt ettim. Korkum fazla olsa da merakım baskın çıktı ve kapıya yaklaştım. Yaklaştığımda kapının zorlanması durdu. Yavaşça sürgüyü çekerek elimdeki maşayı ve feneri havaya kaldırıp, ayağımla kapıyı ittirdim. İlk başta karanlıktan bir şey göremedim. Feneri içeriye doğru uzattığımda sedyenin arkasında küçük Rosalia’yı gördüm. Adını seslendiğimde tepki vermedi. Kafası bana dönük olsa da gözleri boş bakıyordu. Kırk gün dolmadan uyanmıştı, ama başarmıştım işte. Benden istenileni yapmıştım. Artık bu benim sorunum değildi. Elinden tutarak Rosalia’yı yukarı çıkardım. Önce temizledim, sonra bana teslim ettiklerinde üzerinde bulunan elbiseleri giydirdim. Önüne yemesi için bir şeyler koydum ama dokunmadı. Ben yedirmeye çalıştıysam da ağzını açmadı. Sadece boş boş bakıyordu. Sabaha kadar başında bekledim ve konuşmaya çalıştım. Ancak ne ağzından bir kelime alabildim, ne de bir tepki verdi. Her ne kadar kanlı canlı küçük bir çocuk gibi görünse de olan biteni düşününce aklımı kaçıracak gibi oluyordum. Sabah olur olmaz bu şeyden kurtulmalı, paramı da alıp buralardan uzaklaşmalıydım.
Sabah erkenden bir askerle Bay Lombardo’ya haber verip, evime teşrif etmelerini rica ettim. Bir saat dolmadan Bay ve Bayan Lombardo evimdeydi. Oldukça heyecanlı oldukları belliydi, ancak Bayan Lombardo’nun psikolojisi oldukça bozulmuştu. Garip hareketler ve tikler baş göstermişti. Bay Lombardo’da ise bir tükenmişlik hali vardı. Elimi sıkarak hemen lafa girdi:
-Alfredo, bana başardığını söyle, söyle..
-Sakin olun efendim. Size gururla sunmak istiyorum, karşınızda Küçük Bayan Rosalia!!
Salona açılan küçük odanın kapısını açtım. Rosalia şirin elbisesi ve saçında kurdelasıyla orada öylece dikiliyordu. Bayan Lombardo çılgınca bir çığlık attı ve kızın boynuna sarıldı. Bay Lombardo ise yaşlı gözlerle bir süre izledikten sonra bana sarıldı. Ardından kızına sarılarak defalarca teşekkür etti. Sonra kızın iki elinden tutarak evimden ayrıldılar. Kızdan ise sanki bu dünyaya ait olmayan, öyle uğursuz ve çirkin bir ses çıktı ki, neredeyse aklımı kaçıracaktım. Ancak Bay ve Bayan Lombardo o an bu sese hiç aldırış etmediler. Çıkarken Bay Lombardo kafasıyla bir askere işaret etti ve asker bana küçük bir bavul verdi. Herkes çıktıktan sonra bavulun içine baktığımda altın ve gümüşle dolu olduğunu gördüm. Ben elimden geleni yapmıştım. Şimdi ilk iş buradan ve o korkunç şeyden uzaklaşmaktı.
...
İlginç bir şekilde kızın nasıl geri geldiğiyle ilgilenmemişlerdi. Sadece geri gelmiş olması önemliydi onlar için. Zaten insanoğlunun genel yapısı buydu. Ölenin arkasından ağlamak ölenin gidişinden değil, kalanın onsuz ne yapacağından kaynaklı bencil bir gözyaşıydı. Burada ise bir ölüyü rahatsız edecek kadar ileri gitmiştik. Tanrı hepimizi affetsin.
...
Marsilya’ya yerleşeli iki ay, Palermo’dan ayrılalı üç ay olmuştu. Bir ay kadar nereye gideceğimi bilemez bir şekilde dolaşmış, en son Marsilya’da kalma kararı almıştım. Burasının hem iklimi bana Palermo’yu hatırlatıyor, hem de havası iyi geliyordu. Önceki yaptığım çoğu işi bırakarak sadece hekimlikle uğraşıyordum. Kafam rahat, günlerim güzel geçiyordu. Arada kabuslarımda Rosalia’yı görsem de unutmaya çalışıyordum. Tabi bu pek mümkün olmadı. Bir sabah uyandığımda gelen telgraf acilen ilk gemiyle Palermo’ya dönmemi söylüyordu. Gönderen Bay Lombardo’ydu. Dönmeye niyetim yoktu. Oradan uzaklaşmıştım ve artık olanlar onların sorunuydu. Bir kaç gün bu düşünceyle gitmemeyi kararlaştırmışsam da, sonunda tarif edemediğim bir histen dolayı gidip ne olduğuna bakmaya karar verdim.
Bay Lombardo’nun evine vardığımda ev bomboştu. Hizmetçiler, uşaklar ve diğer çalışanlardan eser yoktu. Bayan Lombardo’da görünürlerde yoktu. Yukarı çıktığımda Bay Lombardo’yu çalışma odasında viskisini yudumlarken buldum. Saçı sakalı birbirine karışmış perişan bir haldeydi. Kapıyı çalarak içeri girdim. Yan gözle bana bakarak tekrar pencereden dışarıyı izlemeye koyuldu.
-Öldü.
-...
-O öldü.
-Afedersiniz Bay Lombardo, kızınız mı?
-Hayır lanet olası, karım, hayatımın aşkı..kızım değil o benim.
-Ne demek istiyorsunuz?
-Karımı o şey öldürdü.
-Rosalia mı?
-Rosalia deme ona!! Benim küçük Rosie’m şu an cennette, o geri getirdiğin şeyse cehennemden kaçmış bir şeytan.
-Ama size anlatmaya çalıştım. Eşinizi onun öldürdüğünden emin misiniz?
-Kesss, artık birşey anlatma, onun öldürdüğünü ispatlayamadık ama onun öldürdüğünden eminim. Şimdi de benim boş anımı kolluyor. Evin her köşesinden beni izliyor.
Tam o sırada Rosalia kapının köşesinden o boş bakışlarıyla bizi izliyordu.
-Lanet olası yine orada bak, bak, beni izliyor. Alfredo, sana yalvarıyorum onu getirdiğin gibi geri gönder. Ona dokunmaya korkuyorum. Evde korkusundan kimse kalmadı. Hayvanlar bile evin yakınından geçmeye ürküyorlar. Bense onunla aynı evde yaşıyorum. Yalvarırım kurtar beni. Biliyorum hata ettik. Önceki verdiğimin iki mislini vermeye razıyım, yeter ki onu geri gönder.
-Anlıyorum Bay Lombardo. Fakat bunu nasıl yapacağımı bilm..
-Kurtul şu lanet olası şeyden kurtulll!!!
Bana defalarca bağırarak ağlamaya başladı. Bense yine ne yapacağımı bilmiyordum. Ama Bay Lombardo’nun yalvarmalarına kayıtsız kalamadım. Havanın kararmasını bekledim ve Rosalia’nın elinden tutarak eski evime gittim. Küçük kızı bir masaya yatırarak ellerini ve ayaklarını bağladım. O hala bana boş ve ürpertici gözlerle bakmayı sürdürüyordu. Paracelsus’un kitabını bularak ne yapacağım konusunda karar vermek için biraz göz gezdirdim. Sonra Homunculus kısmına geldiğimde Paracelsus’un kendi yaptığı yaratığı elinden kaçırdığını okuyarak dehşete düştüm. Bu ayrıntıyı o zaman farkedememiştim. Daha sonra zehirlerle ilgili kısımları inceleyerek güçlü bir zehir hazırlamaya karar verdim. Öyle ki uygulamak için seçtiğim zehir ne olursa olsun canlı bir şeyi saniyeler içinde öldürecek türdendi. Beni izleyen küçük kızın gözlerinin önünde malzemeleri toparladım ve zehir karışımını yaptım. Ardından şırıngaya çekerek kıza enjekte etmeye başladım. Neredeyse beş-altı şırınga olmuştu ki, kızın gülümsediğini farkettim. Elbette bu çok korkunç bir gülümsemeydi. Ellerim titremeye başladığı sırada kız sol el bileğimden yakaladı ve sıkmaya başladı. İrkilerek kendimi geri attım. Tüm eşyaları, malzemeleri, feneri ve masayı devirerek yere yuvarlandım. Kız da yuvarlanmıştı. Karanlıkta korkudan öylece kalakaldım. Bir süre etrafı görmeye çalıştım. Hiç bir hareket görünmüyordu. Yavaşça doğruldum, feneri aradım. Emekleyerek giderken yanımda bir şeyin varlığını hissettim. Kafamı döndürdüğümde ruhumun derinliklerine kadar hastalıklı bir şekilde ürperdim. Küçük kızla gözgöze gelmiştik. Küçük eliyle boğazımı sıkarak kulağıma eğildi ve yere yığılıp kalmadan önce hayatımı karartan o cümleyi fısıldadı.
"Senin için döneceğim"
Vitam cum morte mutavit