0
Yorum
2
Beğeni
5,0
Puan
116
Okunma
Evet,
Bu zamanı da bana sen verdin,
Otuz yıl bir suyun üstünde yürüdüm sandım
Meğer geçmiş, köprülerin en derin taşıymış,
En çürük halkası en umutlu zincirin.
Ve ben,
Nasıl bir tütsüdür ki yanar da ağarmaz sabah?
Göğsümde söndürdüğüm ateşlerin külünden
Bir dağ doğdu ve ben onu
Sırtımda bir çığ gibi taşıdım.
Bir vakitler
Gölgemden korkardım, yoldaş sandım,
Meğer yalnızlık, en uzun gölgeymiş
Ve herkes kendi gölgesiyle dansa tutuşurmuş
Mecburen.
Nehirler aksa da tersine,
Zaman dediğin şu bükülmüş çividir
Ki çakanla çakılan aynı elde durur.
Çocukken sesimi bir kuşa emanet ettim,
Kuş öldü, sesim uçurumda asılı kaldı.
Ey beni bu hâle koyan, ey bilen ve bilinmeyen,
Aynada gördüğüm yüzüm
Kaç defa değişti ellerimde?
Bir bakışta çözülen düğüm,
Bir ömürde çözülmez oldu.
Çiçek, açmasaydı bahar bahar olur muydu?
Ve ben, susmasaydım, söz kılıç olur muydu?
Şimdi anlıyorum:
Her sükût bir çığlığın mez taşıdır.
Dağların ardında bir ışık sızısı kaldı,
Kalbim ona doğru bir kervan gibi yürüdü,
Kum fırtınalarında yolunu yitirdi.
Belki de gidilecek yer, gidişin kendisidir.
Bana bir işaret ver,
Bir taş at denize, suyun hafızası neyler?
Bir ip uzat kuyudan, suya mı, suyun sesine mi?
Ey yol, ben senden ne öğrendim?
Sadece ayak izlerimin ağırlığını.
Şimdi bu akşam vakti,
Bütün köprüler yanmışken arkamda,
Önümde duran nehrin üstünde
Bir tek kelime yazılı: Geçit.
Ve ben,
Hem köprüyüm, hem köprünün yıkılışı.
Biliyorum,
Bu yangın sönmeyecek,
Sadece kül, biraz daha kül olacak.
Ve belki de,
İnsan, kendi küllerinden doğan
Tek fenikstir.
Emrah Aktaş
5.0
100% (1)