0
Yorum
9
Beğeni
5,0
Puan
142
Okunma

Bir sabah, denizin üzerine düşen ilk ışıkta uyandım.
Gökyüzü, ebruli bir duygunun içine serilmişti —
ne tam mavi, ne tam mor…
Bir yerinde özlem, bir yerinde yangın.
Yola koyuldum, çünkü durmak ölmekti biraz.
Ayaklarımda rüzgâr, sırtımda sessiz bir şehir.
Duvarlara baktım — her biri başka bir hikâye saklıyordu,
birinde “özgürlük”, birinde “bekle beni” yazılıydı.
Müziği açtım, eski bir ezgi yankılandı içimde:
bir kadın sesi, biraz kırık, biraz umut dolu.
O an anladım; müzik de tıpkı insan gibi —
önce ağlar, sonra gülmeyi öğrenir.
Bir sahil kasabasına vardım.
Deniz, ateşle sevişir gibi dalgalanıyordu,
kıyıya vuran her köpük bir anıydı,
ve ben o anıların içine yürüdüm çıplak ayakla.
Orada birini gördüm,
gözlerinde şiir, ellerinde saygı vardı.
Konuşmadık, çünkü bazen sessizlik de konuşur.
Sadece oturduk,
güneşin batışını izledik —
ve o an, dünya hiç bu kadar sakin olmamıştı.
Gece indiğinde, ateş yaktık sahilde.
Yalın bir rüzgâr geçti saçlarımızdan,
yıldızlar usulca yere düştü,
ve biz sustuk, çünkü kelimeler fazlaydı.
Gülüştük sonra,
çünkü gülmek direnmektir bazen;
acıya, kayba, zamana…
Gülmek, duvarı yıkmaktır içindeki.
Sabah olduğunda gitmem gerekti.
Vedalar hep eksiktir;
ne kadar söylersen söyle,
bir kelime mutlaka yarım kalır.
Yürüdüm yine —
yollarda, düşüncelerde, şarkılarda.
Özgürlük dedikleri şeyin,
bir adım atmak kadar basit,
ama bir ömrü yakacak kadar zor olduğunu anladım.
Şimdi her sabah, o ebruli gökyüzüne baktığımda,
bir şiir başlar içimde —
adını bilmem, ama hep aynı duyguyla biter:
özlemle, ateşle, müzikle,
ve hâlâ gülerek.
5.0
100% (4)