0
Yorum
6
Beğeni
5,0
Puan
156
Okunma
Bir çocuğun bakışı vardı,
gözbebekleri, içine düşenin sesini yutan karanlık bir kuyu.
Kirpikleri, dikenli tellerden örülmüş perde;
Gözlerine bakanın yüreği,
o tel örgüde kanardı ızdırabın keskinliğiyle.
Ağzı mühürlüydü,
dili, yanık bir şehrin külleriyle kaplı;
konuşmak haramdı ona,
çünkü kelimeler duyulursa,
vicdanın kulakları taş kesilirdi.
Gözleri,
yağmuru tutulmuş bir gökyüzü gibi
yaşla dolu bakardı kendi enkazına;
feryatsız,
çaresiz,
ve sanki susmakla suçlanıyordu tüm dünya.
Küçük avuçlarında,
ekmek kırıntısına karışmış barutun keskin kokusu...
Kırık bir oyuncaktan öğrendi
çocukluğunun mezar taşını;
ölüm,
kapısını çalan soğuk bir fısıltıydı artık.
Bir annenin kucağında,
yıkılmış duvarların gölgesinde,
çevresine bakıyordu sessizce.
“Ev” dediği şey,
yalnızca hafızasında yankılanan,
tozlu bir kelimeydi.
Ve biz...
Ekranlarımızın camında titreyen o bakışa
başımızı çevirenler,
vicdanın ağzına kilit vuranlar...
Biliyoruz ki,
bir gün bizim adımızı da
o sessiz mahkemede anacaklar;
soğuk bir dudak,
buruk bir ifadeyle fısıldayacak:
Sustular.
O gün,
buz kesmiş eller,
göğsümüzde suç delili gibi dolaşacak;
sağır olmak imkânsız kalacak.
Mahşer meydanı,
tek bir kelimenin yankısıyla dolacak:
"Neden?"
Ve kaçış olmayacak.
Gözler mühürlenecek utanmaktan,
yüzler saklanacak duvar arkasına.
Çünkü bu öyle bir mahkeme ki,
hakimi,
her anın tek şahidi olan
Göğün ta kendisi.
5.0
100% (2)