32
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1425
Okunma


Kadıköy iskelesine nihayet varmıştım. Misler gibi kokan ızgara balıklar, tavuk şişler bile iştahımı şu masmavi deniz kadar kabartmıyordu. İçimden gelen gurultuları da umursamıyordum. Açlığımla karnımı baş başa bırakıp gözlerimi, eşsiz güzelliğe sahip İstanbul’la doyurmaya devam ediyordum. Çevreye yayılan müzik sesleri sanki dalgaların üzerinde minik minik titreşimler yaratıyordu. Deniz, beşik gibi bir o yana bir bu yana sallanıyordu.
Az ileride simidini martılarla paylaşan çocuklardan birinin yanına usulca yanaştım. Çocuğun, önce inci gibi parlayan henüz tamamına ermemiş dişleriyle tanıştım. Ne kadar da güzel görünüyorlardı. Saçlarının kızıllığına, kıpkırmızı yanakları ve burnu da eşlik ediyordu. Üzerindeki paltonun kollarından, değil parmakları tırnaklarını bile göremiyordum. Çocuğun küçücük omzunu usulca kavradım.
“Üşümüyor musun delikanlı?” dedim dostça. “Hayır! Neden üşüyeyim ki?” diye yeni bir soru cümlesi döküldü dudaklarının arasından. Simidinden bir lokmayı martılara bir lokmayı da kendi ağzına atıverdi. Sonra birden elini ağzının üzerine götürdü.
“Şimdi annem görseydi bana öyle çok kızardı ki!”
“Neden? Bir yabancıyla konuşuyorsun diye mi?”
“Hayır. Size yer misiniz diye sormadığım için. Biri yermiş biri bakarmış sonra bir şey olurmuş ama şimdi aklıma gelmiyor. Kıymet miydi neydi?”
“Kıyamet olmasın?”
“Hah işte ondan olurmuş!”
Bir süre sonra ikimiz de sustuk. Köpükleriyle sınırsız ikramda bulunan denize, şen şakrak çığlıklar atan martılara takıldı kaldı gözlerimiz. Bir süre sonra “Adın ne senin?” diye sordum yumuşak bir ses tonuyla. Kafamı çevirdiğimde benim kızıl saçlı ufaklıktan eser yoktu.
İki elimi de cebime sokup, omuzlarımı iyice yukarı kaldırarak hızlı adımlarla Haydarpaşa İstasyonuna doğru yürümeye başladım. İstasyonun geniş ve çok basamaklı merdivenlerini bir solukta çıktım. Rüzgar bir an önce bekleme salonuna geçmezsem donacağımı fısıldıyor, sanki arkamdan da kuvvetlice itekliyordu.
Nihayet içerideydim. Arkasında kalorifer olan koltuklardan birine yavaşça oturup çantamdan biletimi çıkarttım. Trenin hareket saatine yarım saatten az bir zaman vardı. Sırtımı iyice kalorifere yasladım. Önce derim ısınacaktı ki kemiklerime sıra gelsin. Bir yandan da çevremi izliyordum. Ellerindeki bavullarla sağa sola koşuşturan insanlar boş buldukları yerlere alelacele oturuyorlardı.
Sığınmacı kediler ise bir manken edasıyla önümden geçip gidiyorlardı. Kimi koltuk altlarında uykuya dalıyor kimi de tren beklerken ekmek arası bir şeyler yiyen insanların tam karşısında yalanıp duruyorlardı. Kedinin iştahı benim de midemi hareket geçirmiş olacak ki hızla yerimle kalktım. Tren kalkmadan önce su ve kraker türü bir şeyler almak üzere büfeye yöneldim. Tam para uzatırken yanımdan o çocuk geçti. Bekleme salonuna girmek üzereydi. Arkasından seslenmek istedim ama adını bilmiyordum ki. Bekleme salonuna tekrar girdim ama göremedim. Belki de treni kaçırma psikolojisiydi bilemiyordum.
Kompartımanıma geçip yerime oturmuştum. İçerisi sıcacıktı. Üzerimdeki montu çıkarıp askıya astım. Gözüm hep camdan dışarıdaydı. Aklım o küçük kızıl saçlı çocuktaydı. Hayali gözlerimin önünden, sözleri ise aklımdan çıkmıyordu.
Tren hareket etmek üzereydi ki bir gürültü koptu. Benim gibi bütün yolcular da ayağa kalktı. Kalp atışım hızlanmaya başlamıştı. Ne olduğunu çok merak ediyordum.
DEVAM EDECEK
Aysel AKSÜMER