8
Yorum
36
Beğeni
0,0
Puan
571
Okunma


Gel otur şöyle, gel! Gel konuşalım. Dertleşelim seninle. İçimizde biriken çöpleri boşaltalım. Biliyorsun, yoksa küf tutacak içimizde. Kadavra olacak. Leş gibi kokacak. Taşlaşacak ve sonunda, nefesimizi kesecek...
Bana şüpheli şüpheli bakma öyle, n’olur! Seni ısırmayacağımdan emin olmalısın! Bu arada, ısrarcılığımı bağışlamanı dileyeceğim:
Emin ol ki, kimseyi kandıracak, suçlayacak, sorgulayacak bir niyette değilim…
Bilmem demiş miydim, günlerdir başım ağrıyor, diye? İnanır mısın, Alvedon dahi işe yaramıyor artık. Belki de dozunu arttırmam gerekiyor. Bilmiyorum…
İnsan bazen, kendi kendinin doktoru olamıyor. Hatta olmaya kalkışınca, daha kötü hastalıklara sebep olabiliyor. Neyse, şimdilik geçelim bu konuyu:
Dinle bak! Dün mesai dönüşü, bir telefon geldi bana. - Ama n’olur; kimden, neye dair olduğunu sorma bana! Önemli olan da o değil zaten. Ama o konuşma, hiç hoşlanmadığım bir tonla başladı. Modumu anında düşürdü. İletişimde bulunamayacak kadar da söndü sesim. Zaten ardından da son buldu konuşma...
Hayır, hayır! Aslında son bulmadı: birdenbire kesildi konuşma. O an, yağmur yağıyordu üstelik. Parmaklarım ıslaktı. Gözlüklerimin camları yine öyle. Yine de denedim ulaşmaya, ama olmadı. Sadece meşgul sinyalini duyabildim ve bir kaç denemeden sonra da, pes ettim. Başımın ağrısı da şiddetlenmişti.
Düşün! İstasyondan eve kadar, ayaklarımı süre süre geldim. O koca bir kilometreyi! Kapının kilidini çevirecek gücüm dahi yoktu. Arkamdan kapı kapanır kapanmaz; bağcıklarını çözmeden, sıyırdım ayak kabıları ayaklarımdan. Ve üstümdeki ceketi çıkarmadan, ellerimi dahi yıkamadan, koltuğa yığıldım. Öylece uyumuşum...
Uyandığımda, içerisi hala aydınlıktı. Demek ki, henüz güneş batmamıştı. Ve ben, dünden kalma bir ayyaş gibiydim oracıkta.
Kendimi toparlamaya çalıştım. Ama bedenimdeki bütün kemikler, sahanda dövülerek tuz buz olmuştu sanki. Kıpırdamıyordu hiçbir parçam. İstesem de, kıpırdamıyordum. Yaşadığını hissettiğim bir tek gözlerimdi: kapanmadığı için, göz kapaklarıma minnettardım. Ancak çok geçmeden, düş kırıklığına uğradığımı kanıksadım. Çünkü, gözlerimin açık olması pek bir şeyi değiştirmiyordu. Onlar, sadece karşımdaki duvara asılıydı ve öylece, duruyorlardı. Ölgünlük hali buydu açıkçası!
Tabii... uzun bir süre, kırpmadım göz kapaklarımı. Kırpamıyordum. Gözlerim yaşla doldu bir süre sonra. Hissettim bunu, ama damla damla akmadılar gözümden dışarı. Sanki, refleks diye bir şey yoktu yüzümde. Gözlerimin çeşmesi kurumuştu ve hissettiğim yaşlar da, en son buğuydu orada…
İşte o an, felç olmak böyle bir şeymiş, dedim içimden - her şeye rağmen, henüz düşünebiliyordum. Beynimdeki hücreler tümüyle ölmemiş olmalıydı. Belki de ölmüştü, ama henüz zihnim (mi) algılamamıştı.
Say ki, beynin kendini organize etmesinde bir gecikme söz konusuydu. Acele etmeliydim bu nedenle: bir an önce bir ses çıkarmalıydım, herhangi bir sözcük… En azından fısıldamalıyım kendime, diye düşündüm.
Görüyorsun değil mi? Hala düşündüğümden söz ediyorum. Bu arada, sözümü kesmediğin için, teşekkür ediyorum sana!
Ve ben, hala direniyorum yaşama tutunmak için. Belki de, ölümün eşiğine dayandığım içindir bu reaksiyon. Sahi, reaksiyon neye ait, nedir onu yönlendiren güç?
Birden bire, bir ezginin nakaratı geldi aklıma o an:
”Yok bana bu cihanda bir yer…”
Ama sesim çıkmadı bir türlü. Ağzımın içindeki dilimi ısırmaya çalıştım, ama çenem kilitlenmişti. Dişlerimi de hissetmiyordum. Duvarda asılı kalan gözlerimin merceklerinde bir büyüme duyumsadım. Ve göz kapaklarımda, mütemadiyen bir refleks oluştu istemsiz. Ve ansızın… indiler aşağı. Aşağı dediysem, kuyudan aşağı değil; gözlerimin üstüne indiler. Bunun diğer adı, kor* olma durumudur.
Öyle perişandim ki, ah... ”Anne!” diye bir çığlık dalgalandı boğazımda. Devasaydı. Kaya gibi sert. Sanki tsunaminin ta kendisiydi. Bir an, boğulacağımı sandım. Buna rağmen, bağırdığımı kanıtlayacak bir tını çıkmadı ağzımdan.
Sesim, yerini fiilen sessizliğe bırakmıştı. O yer de, bir mezarlık sessizliğinin ta kendisiydi. Üstelik, ücra bir yerdi orası. O yerin, hangi sürgün yeri olduğunu tahmin edemeyecek kadar yorgundum. Zaten peşinden gidecek değildim sesimin. Öyle bir eylemde bulunabilmek için; kemik, kas, dil, göz gerekecekti bana, öyle değil mi?
Oysa ben, bütün bunlardan yoksundum. Bütün kalan bir kemik parçası dahi yoktu bedenimde. Zavallının biriydim. Bir işe yaramayan, parazitimsi bir yığındım artık...
Ağlamak geldi içimden. Kendime acıma duygum depreşti birden: Demek ki, duygu diye bir şey taşıyordum hala. Beynim tümüyle kusmemişti hayata ve bedenime. Bu da, iyi bir şeydi aslında:
Fakat, gözlerimin kapaklarındaki yorgunluk geçmek bilmiyordu. Sesimle de, gizli bir sözleşme yapmış gibiydi. Bu durumu tarif etmek için, ”Ses ve göz kualisyonu” demek geçiyor aklımdan. Varoluşum için, kötücül bir koalisyondu bu elbette; ama işte, protesto edecek güce de sahip değildim. Dahası da vardı: böyle bir durumda, tüm dikkatleri üstüme geçmek biraz budalalığa kaçardı. Ki bu da, benim aleyhime olurdu. Hatta; meçhul bir yok oluşa sürüklenmemin riski çok büyüktü, malum! Bir dilemmanın içindeydim, ama etik de sayılmazdı protestodan söz etmek!
Neticede, alışılagelmiş suskunluğu bozmadan yaşamak, taktiksel olarak iyi bir alternatifti benim için. En azından, eski varlığıma kavuşana dek, sabretmeliydim. Hem bu taktiği uygulamada, zayıflığım, savunmasızlığım, tutunabileceğim iyi bir gerekçeydi.
Peki dilime takılan o ezgiye ne oldu? Kimler çöreklendi üstüne? Ben ki, düşüncelerimi o ezgiden ayırmak istemiyordum; ben ki, tutkuyla sarılmak, boğazımdaki ses tellerine gömmek istiyordum onu ve orada alabildiğine “yıllanmasını”, olgunlaşmasını istiyordum:
“Yok bana bu cihanda bir yer…”
Peki ama, neden ”bir yer yok” bana, neden? Kime, neye ne kötülüğüm görülmüştü?
Beni böyle şeytansı cezalandıran neydi? Ben ki yıllardır Haiku bile yazıyorum…
”Yazıyorum” değil, ”ya zı yor dum” demeliyim aslında; çünkü, o yazma eylemi, çok geçmiş zamanda kaldı! Oysa biz, şimdiki zamanı konuşuyor ve değerlendiriyoruz, diyor; pes etmeyen, direnen aklım.
Ah, bir de kemiklerim tutsaydı. Bir de, kaslarım canlansaydı; bir de gözlerim, bir de, bir de…
Hani sırf duvarın beyazını görmekle de sınırlı kalmaya razı olabilirdim aslında..!
Ah, benim bikes göz ışığım, ah…
Ama hayır! Sadece görmekle yetinemem ben: sesimi de duymak isterim, o güzel sesimi…
Sesim kaybolmamalı, kaybetmemeliyim asla. O bana, nenemden yadigar çünkü.
Son bir kez, ısrarla; o nazenin, o yanık ezginin nakaratını söylemeliyim doyasıya, diyorum.
Sesim, diyorum; yaşadığımın en somut şifresi.
Sesim, dilimin anası.
Sevgimin melodisi...
Söyler misin? Kime zararı olabilir bir sesin, ha?
Oysa; lal olana dek söylemek bir ezgiyi; hatta, onunla uyanmak, onunla uyumak, bir bilsen…
Ne çok hümandı, ne çok kolaydı bir ezgiyi söylemek bir zamanlar. Yaşadığım, o zamanlar…
H. Korkmaz
Juli 2025 Sthlm