8
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1037
Okunma

Beş, altı yaşlarındaydım.
Mücbir sebeplerle köyden göçmüştük. Şehrin kenar mahallelerinden bir ev almıştı babam. Orada oturuyoruz Şehirde işi olan köylülerimiz köyün tek aracı kamyonun kasasına dolar, şehre gelirler, işlerini bitirdikten sonra da aynı kamyonla akşam köye dönerlermiş. Bazen İşleri bitmeyen köylülerimiz, ya da bizi ziyaret etmek isteyen akrabalar gelir, bizde kalırlardı. Gelirken de boş gelmezler bulgur, yumurta, sıkma tarhana getirirlerdi.
Ben hep Mustafa amcamın gelmesini beklerdim. O köyden getirdiklerinin yanında, şehirden aldığı göynek denilen daha kalın yapılmış kadayıfın, yanında tahin helvası da getirirdi. Kadayıfın içine tahin helvasını sarar iştahla yerdik. O yılarda ben hep; “Dünyada bundan daha güzel bir yiyecek var mıdır acaba?” Diye düşünürdüm. Yağlı, yavan Allah ne verdiyse yemeğimizi yedikten sonra, çay içerken;
“Hadi herii Ali emmi şu iki komşu hikâyesini bir daha anlat ta dinleyelim. !”
Babam tütün tabakasını çıkarır, baş ve işaret parmaklarını birleştirir, aradaki boşluğa yerleştirdiği sigara kâğıdının üzerine tütünü serer, sigarasını sarar, kâğıdı ısırır, sardığı sigarasından derin çekip, uzun üfledikten sonra söze başlardı:
“Evleri yan yana İki komşu. Altta inek besler, üstte de otururlarmış. Ailelerden birinin hayatları bal kaymak, diğerinin ise zehir zemberekmiş. Birinin balkonuna her gün banyo havlusu asılır, diğerinin balkonuna çamaşır bile asılmazmış. Huzurlu ailenin karısı bir gün aşağıda inek sağarken, kocası balkından seslenmiş:
“ Aşağı inersem sütünü içerim.”
Karısı dönmüş gülerek:
“Yukarı çıkarsam koynuna kaçarım.”
Huzursuz komşunun adamı duymuş bunu.
“ Bekleyim. Benim de karım süt sağmaya inince bende ona aynısını söyleyeyim.”
Beklediği an gelince:
“Aşağı inersem sütünü içerim.”
Karısı dönmüş kocasına hırsla bağırmış:
“Yukarı çıkarsam ağzına…”
Bir gün orak zamanı. Komşular tarlalarında ekin biçiyorlar. Huzursuz komşunun adamı konuşmak için huzurlu komşusunun tarlasına geliyor. Niye geldiğini anlıyor adam:
“Karı bir üşüdüm ki, şu buğday saplarından bir ateş yakta ısınayım.”
“Bu sıcakta ne üşümesi?” Demediği gibi, koşarak buğday saplarını toplayıp tutuşturuyor. Kocasından önce geçiyor ateşin başına:
“İyi ki hatırlattın adamım yaz olsun, kış olsun ateşin sıcaklığı hep aranıyor.”
Yine bir gün huzursuz komşunun kocası:
“Bıktım bu karının elinden. Kara canım yandı. Artık çekemiyorum. Ne dersem aksini söylüyor. Bu karıyı köyün deresine atıp da kurtulsam mı acaba” diye düşünmüş.
“ Hadi karı seni gezmeye götüreyim.”
Binmişler arabaya gidiyorlar. Ağustos ayının sarı sıcakları. Buğdaylar sararmış, hasat zamanı gelmiş. Kocası:
“Karı buğdaylarda olmuş artık. Yakında biçerler.”
“Buğdayları biçmezler.”
“Ya ne yaparlar karı?”
“Makasla kırparlar.”
Adamın hiçbir şüphesi kalmamış artık. Dereye gelince yitivermiş karısını. Su karısını sürükleyerek götürürken, bir umut demiş kocası kenardan koşarak bağırmış:
“Karı biçerler de, suya atlayıp seni kurtaracağım.”
Dere derin. Kadın suya batıp çıkıyor. Konuşacak durumda değil. Ama kolunu sudan çıkarıp, işaret ve orta parmağını açıp kapatarak makas işareti yapmış.
Hikâyenin burasında dinleyenler sorarlardı:
“Peki, ne olmuş kadına Ali emmi?”
Babamın hikâyesinin sonu her zaman aynı bitmez, dinleyenlerin durumuna göre değişirdi.
Bazen:
“Adam atlamış karısını kurtarmış, ondan sonra mutlu bir hayat yaşamışlar” diye bitirir.
Bazen de:
“ Kadın boğulup ölmüş, adam da hapislerde çürümüş.” Derdi.
Daha birçok hikâyesi vardı babamın. O yıllardan bu güne unutamadığım beni tesir altına alan bu hikâyesinde aslında çıkarılacak çok ders vardı. Şimdi daha iyi anlıyorum.
Hayatımda; mutlu yaşayanları da, birbirlerine tahammül edemeyip ayrılanları da gördüm. Bir aile kolay kurulmuyor ki, kolayca ayrılma olsun. Herkesin kendine has bir dünyası, bir huyu var.
Aslında karşılıklı özveriyle bütün sorunlar çözülür. Yeter ki evlilik çatısına saygı duyulsun.
SAYGIYLA…