6
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
854
Okunma

Aleykümselam. Geçmiş olsun. Araban arızalandı herhalde. Gel otur şöyle. Yok, yok, oturmadan önce beğendiğin bir karpuzu kopar da gel. Acıkmışsındır, şu haşlanmış yumurtaları soyalım. Bak orada yeşil soğan da var. Bir iki kök ondan da al gel. Koy şu yufka ekmeğinin arasına. Bunlar köy yumurtası, şehirde bulamazsın. Hele bir de tereyağında pişirilirse, gör o zaman sen lezzeti. Ama böyle de güzel olur. Önce karnını doyur. Karpuzu sonra keseriz. Buradaki bütün yiyecekler, ne denir ona? Yok, yok natürel değil, evet doğal da deniliyor, hah şimdi oldu organik organik…
Evlat madem sordun anlatayım. Kuş Bekir derler bana. Gençliğimde benim arkamdan; “Bekir mi? O iki tepeyi bir tepe diye atlar, kuş gibi uçar” derlermiş. Kuş Bekir adı oradan geliyor senin anlayacağın. Şimdi ihtiyarladım. Bir senedir namazı camilerdeki taburede kılıyorum. Atmış mı? Çık çık yetmiş mi dedin? Dahası da var. Evlat yetmiş dokuz benim yaşım. Sana da Maşallah ömrün çok olsun. Ben sağlığımı bu temiz havaya, bu sağlıklı gıdalara borçluyum. Şehirde olsaydım ya ölmüştüm ya da hastaydım.
Postacıydım ben. On sene köylülerin mektuplarını, telgraflarını dağıttım. Daha sonra şehir içi dağıtıcılığına geçtim. Şehirliliği de bilirim, köylülüğü de. Emekli olduktan sonra, şu yukarıda gördüğün YOLÜSTÜ köyüne kutu gibi bir ev yaptım. Sonra da bu tarlayı aldım. Her sene buraya kavun karpuz ekerim. Satmak için değil, gelen geçen yesin diye… Haklısın yoldan gelip geçen nereden bilecek? O dediğini de yaptım. BU TARLADAKİLER PARASIZDIR. YİYENE HELALDİR diye yazdırıp, yol kenarına gündüz diktiğim levhayı, gece söküp atmış, tarladaki bütün kavunu karpuzu ham, olmuş demeden toplayıp gitmişler. Bu benim çok ağrıma gitse de, bostandan vaz geçmedim. Arada bir köyün gençleri traktörün kasasını doldurur ev ev dağıtırlar kavun karpuzu. Yakın köylerden de gelip götürenler olur.
Çok şükür geçinip gidiyoruz. Köylük yerleri şehir gibi değil. Paraya fazla hacet kalmıyor. Devletin verdiği bol bol yetiyor. Zaten hanımla ben buradayız. Oğlum öğretmen oldu. Bir öğretmenle evlendi. Onlar şehirdeler. Sık sık gelip bizi yoklarlar. Günü gelince emekli maaşımı da bankadan çekip getirirler. Kızım bir Jandarma Astsubayıyla evli. Onlar uzaktalar. Allah’ıma şükürler olsun çocuklarım mutlular. Ne onların bana, ne de benim onlara bir muhtaçlığımız yok. Olmaz olur mu? Allah bağışlarsa iki çocuğumuzdan da ikişer torunumuz var.
Hatıra mı? Sorduğun soruya da bak be evlat. Otuz sene köylerde, şehirde postacılık yap. Hatıran olmasın. Yüzlerce var yüzlerce…
Tamam. O zaman sana Zeynep Hala’yla, Ali Dayı’nın hikâyesini anlatayım:
Yıllar önce posta dağıtıcılığını yaptığım köyün birinde Zeynep Hala’yla, Ali Dayı vardı. Bir tek oğulları askerdeydi. Onlara oğullarından gelen mektupları götürürdüm. Hangi gün geleceğimi bilirler, toprak damlarının üstüne çıkar beni beklerlerdi. En çokta Zeynep Hala. Bana postanenin verdiği kırmızı Java motorla köye girince, Ali Dayı olmasa bile Zeynep Hala damda beni bekliyor olur, uzaktan bağırırdı.
“Bekirr… Buradayım oğul buradayım.”
Oğullarından mektup varsa basardım Java’nın kornasına. Zeynep Hala anlar, sevinerek damdan iner bana koşardı. Çantadan çıkardığım mektubu sallayarak yanına vardığımda, gözleriyle gülerdi. Elimden aldığı mektubu koklar, öper Ali Dayı’ya seslenirdi.
“Gel herifim gel. Oğlumdan mektup var…”
Dizlerini kırar yan yana kıpırtısız otururlardı. Yüzlerine sinek konsa bile kovmak için ellerini kaldırmazlardı.
Mektuplarının olmadığı günlerde:
“Hala çok işim var. Sonra uğrarım” derdim.
Anlardı.
Java da Java’ydı hani… Dağ taş, yokuş, iniş demez, beni yolda bırakmazdı. Şimdi de bir motorum var. Hem de en iyisi, en yenisi. Köye onunla gidip geliyorum. Fakat Java’nın zevki bunda yok. Onun sesi türkü gibi gelirdi bana. Ne diyordum? Haa mektup. Zeynep Hala öptüğü, kokladığı mektubu bana verir:
“Hadi oku bakalım oğul” derdi.
Mektup “ Çok muhterem anama, babama mahsus selam eder o mübarek ellerinden öperim ”diye başlar, sonra diğer selamlara geçilirdi. Muhtara, köyün öğretmenine, komşu Fadik Hala ’ya, ahırdaki eşeğe, kapıdaki köpeğe kadar selam gönderilmemiş canlı kalmazdı. Bir iki satırla da asker arkadaşlarından bahsederdi. Gelen mektuplar üç aşağı, beş yukarı böyleydi. Her mektubun bitiminde Zeynep Hala başını sağa sola sallayarak ağlar, gözyaşlarını ak yemenisine siler:
“ Oğul, oğul kara gözlü oğul. Tarlalarda doğurduğum, ak sütümle doyurduğum oğul. Neden böyle dersin. Bulup buluşturup harçlığını, üşüme diye kışlığını göndermedim mi?” diye ağıtlar yakardı.
Ali Dayı, sesinin en yumuşak tonuyla:
“Sus karı sus, vardır bir sebebi. Canı sağ olsun. Elbet bir gün izine gelecek, o zaman sorar öğreniriz. O şimdi asker kim bilir ne sıkıntısı var” der, saçlarını okşar, O nu teselli ederdi.
Dayanamadım bir gün sordum:
“Ali Dayı Zeynep Hala oğlunuza niye üzülüyor ki? Ne güzel mektuplar yazıyor işte.”
“ Sorma Kuş Bekir’im sorma, üzülmesine ben de üzülüyorum ama avradım daha fazla üzülmesin diye bir şey diyemiyorum. Hani bize selam yazarken MAHSUS diyor ya o bizim zorumuza gidiyor.”
“ Ali dayı bunda bir şey yok. Oğlan sizi özellikle sevdiğini söylemek için öyle yazıyor”
“ Yahu Bekir sen de bizi zır cahil yerine koydun. Biz MAHSUS’u, ESSAH’ı bilmiyor muyuz? Selam gönderecekse adam gibi ESSAH’tan göndersin.
Demek ki üzüntülerinin sebebi buydu. Biliyordum, ne kadar anlatsam da anlamayacaklardı.
Sıra mektuba cevap yazmaya gelmişti. Onu da hep ben yapardım. Yazılacakları neredeyse ezberlemiştim. Okudum. Okumadığım cümlelerde ise;" Bu yazdıklarımdan annenin, babanın haberi yok. Onlar MAHSUS’u yanlış anlıyorlar, bir daha yazma. Ben postacı Kuş Bekir"" yazıyordu. Sonraki mektuplar MAHSUS la başlamıyordu artık. Neşeleri de yerine gelmişti.
İşte böyle evlat. Bak senin yoldaki arabanın yanında bir araba durdu. Tamirci geldi herhâlde. Hadi bakalım işin rast gelsin. El öpenlerin çok olsun. Sen de, gelenler de arabalarınıza kavun karpuz doldurun. Afiyetle yiyin. . Ben de ikindiyi kılar, gölgelikte biraz kestiririm.
YOLUN AÇIK OLSUN…