İki gün sonra sınır şehri Thyateira’ya vardık. Burdan sonrası Selevkos diyarıydı. Pergamon başkent olmasına rağmen ticaret yolu ve ender bulunan boyaların üretimi şehri kalabalık ve renkli hale getirmişti. Yapılar ve yaşayan halk iyon şehirlerine nazaran daha farklıydı. Sevmiştim burayı, fazla konaklayamayacak olmamız üzücüydü. Dinlenmek için hemen bir hana yerleştik. Sabah yine erkenden devam etmek istiyordum. Gecenin ilerleyen saatlerinde gemide gördüğüm rüyayla uyandım. Tekrar uyuyamadım. Aslında bir kabus değildi gördüğüm, ama yine de her seferinde rüyanın arkasından uyku tutmamıştı. Ne anlama geldiğini merak ediyordum. Odamın penceresinden bulutsuz gökyüzünü ve doğudaki tepenin üzerinden yükselen dolunayı izlemeye başladım. Az sonra şehrin doğu ucunda binaların arasında ışık yansımaları farkettim. Zaten uykum da kaçtığından sırtıma pelerinimi alarak dışarı çıktım. Dar sokaklar arasında tahmini olarak ilerledim ve bir süre sonra, şehrin geneline nazaran daha döküntü evlerin ve daha ağır bir kokunun hakim olduğu bir mahalleye vardım. Işık yansımaları, ellerindeki meşalelere üfleyerek alev oyunu yapan bir gruptan geliyordu. Ben de bir duvara yaslanarak izlemeye koyuldum. Bir süre dalgın dalgın izledikten sonra yanımda duran birinin varlığıyla hafifçe titreyerek kendime geldim. Dönüp baktığımda oldukça alımlı bir kadınla gözgöze geldim. Kocaman gözleri ve dudakları ile meşale ışığında bile farkedilebilen pürüzsüz teni, hangi ırktan olursa olsun bir erkeği baştan çıkarabilecek nitelikteydi. Biraz anın tadını çıkardıktan sonra sessizliği bozdum: -Afedersiniz...sizi farketmedim... -Bense seni geldiğinden beri izliyorum. -Anlayamadım. -Evinden çok uzakta değil misin?... Asker?... -Ne o falcı falan mısın? -Ah evet doğru tahmin. Ben bir falcıyım ama senin bir lejyoner olduğunu anlamak için falcı olmaya gerek yok. -Hayır ben bir tüccarım. -Evet, her gün sakal traşı olmaktan cildi tahriş olmuş, geniş omuzlu ve bileğinde dağlanmış numarasıyla yüksüz bir tüc.. Sözünü bitirmeden boğazını sıkıp pelerinimin altından kılıcımı karnına dayadım. Tenine dokunduğumda hissettiğim duygu elimi ister istemez biraz gevşetmeme neden oldu. Boğazı gevşeyince kadın ellerini boğazındaki elime sararak konuşmaya devam etti: -Sakin ol, düşmanın değilim. Aksine sana yardım etmek istiyorum. -Konuş!! -Önce boğazımı bırak, sonra beni takip et. -Beni bir tuzağa götürmediğini nereden bileceğim? -Şu an etrafta bizi izleyen sekiz tane silahlı arkadaşım var. Sokağın karşısına bak, şimdi karşıdaki bahçe duvarının üstünde oturana, bir tane de alev üfleyenlerin arasında, evet o, kaldırım taşında zar atanlara bak. Seni öldürmek istesem inan bana farkettiğinde çok geç olurdu. Şimdi...geliyor musun? Korkmak değildi beni ikna eden, sanırım bastırılamaz bir meraktı. Belki de cazibe, kimbilir? Her ne olursa olsun, kadını takip etmeye başladım. Güney yönüne doğru ilerledik, bir kez batıya, bir kez güneye, iki kez de doğuya dönerek çıkmaz bir sokağın sonunda bulunan bir evin önünde durduk. Evin duvarları sarmaşık, hayvan kemikleri ve ilk defa gördüğüm çeşitli otlarla kaplıydı. Tam anlamıyla bir büyücü dedim içimden. Kadın kapıyı açarak beni içeri buyur etti. Hala tereddütlüydüm ve içeri girmeden önce kafamı uzatıp sağı solu kontrol ettim. İçeriden yayılan tütsü ve çiçek kokularını ciğerime çekmemle biraz daha rahatladım. Kadın kolumu sıvazlayarak gülümsedi. Ev tek odadan ibaretti. Küçük bir yatak, bir ocak, pencerenin önünde masa görevi gören küçük bir tezgah vardı ve etraf bolca çiçek, tütsü, bitki ve kavanozlarla doluydu. Kadın üzerindeki başlıklı tuniği çıkardığında boynundan aşağısının ve göğsünün büyük kısmının, sırtı da dahil olmak üzere dövmelerle işlenmiş olduğunu gördüm. İlk kez gördüğüm harf ve semboller işlenmişti. Vücuduna baktığımı farkettiğinde omzunun üstünden gülümsedi, bense gayri ihtiyari boynumu büktüm. -Bu sert bakışların altında utangaç bir çocuk yatıyormuş. -Özür dilerim, sırtın.. -Dövmeler mi? Evet, daha önce hiç böyle bir şey görmedim sanırım. -Galya’da öldürdüğüm bir druidin üzerinde görmüştüm. -... Çok yazık...Peki sana saldırmışmıydı? -Iıı...Hayır, ama elinde bir orak vardı. -Otları kesmeye yarıyor... -Savaştaydık. -İşgal mi demek istedin? -Ne yani, sen..? Sen de mi bir druidsin? -Evet... Neden şaşırdın, kadın druid olamaz mı sanıyorsun? -Bu konuda sana açıklama yapacak değilim!! Ayrıca druidsen sen de bir keltsin ve bu benim düşmanım olduğun anlamına gelir. -Yanılıyorsun. Küçük bir kasede kokusuz bir sıvı uzattı. Koklayıp tereddüt ettiğimi görünce, kaseyi çekip bir yudum aldı ve gülümseyerek tekrar benim ağzıma götürdü. Sıvı kokusuz olduğu gibi aynı zamanda tatsızdı da. Tek yudumda içtim. Sonra birden vücut sıcaklığımın arttığını ve göz kapaklarımın ağırlaştığını hissettim. Panikle elimi kılıcıma götürdüm. Bir eliyle elimi tuttu, sonra diğer eliyle kafamı omzuna yaslayıp çekti. Uykuya dalarken bu kadar aptal olduğum için kendime küfrediyordum. ... Rüya bu kez daha netti. Aslan ve kartal çarpışıyorlar, aslan kartalı yere seriyor, tam son pençeyi vurmak üzereyken gökten siyah bir taş aslanın kafasına düşerek paramparça ediyor ve kartal aslanın leşini yiyor. Buraya kadar herşey aynı ve daha net. Yalnız bir müddet sonra kartal leşi yerken bir boğaya dönüşüyor. Boğanın boynuzlarının arasında da gökten düşen o siyah taş duruyor. Daha sonra kendimi boğanın üstüne binmiş şekilde buluyorum ve çevrede insan, hayvan ne varsa ezerek boğayı dört nala sürüyorum. ... Uyandığımda handaki odamda buldum kendimi. Tan yeri ağarıyordu ve yol arkadaşlarım çoktan uyanmış, atlarımızı eğerliyorlardı. Geceyi düşündüm. Nasıl gelmiştim odama, yoksa geceye dair tüm hatırladıklarım rüyamıydı. Gidip akşam ki ziyaret ettiğim mahalleyi kontrol etmek istedim, ancak kaybedecek fazla vaktimiz yoktu. Hemen yola çıktık ve güney yolunda yirmi mil kadar ilerledikten sonra doğuya döndük. Kral Attalos Yukarı Frigya’ya girmeden güney yollarını takip etmemizi, Selevkos devriye birliklerinin ve ileri karakollarının orada daha fazla olduğunu söylemişti. Bir kaç gün sorunsuz bir şekilde ilerledik. Ama oldukça tedirgindim. Gece olan olayların hala rüya mı gerçek mi olduğunu tam olarak anımsayamıyordum. Eğer gerçekse, kadın seyahatimiz konusunda bilgi sahibi gibi görünüyordu ve bir pusuya kurban gidebilirdik. Ama hala derinlerde bir yerlerde o kadına karşı içimi ısıtan bir his vardı. Hem çok tanıdık, ama bir o kadar da yabancı bir duyguydu. Onun da rüya olmasını umuyordum, bir yanımsa tekrar görebilmek için yanıp tutuşuyordu. ... Gerçekten kralın dediği gibi güney yolunda hiç bir sorunla karşılaşmamıştık. Normalde şehirlere girip çıkmak fazla dikkat çekiciydi. Ancak yabancı olduğum bir diyarda dışarıda gecelemeyi göze alamadım. Özellikle de Pergamonlu komutanın uyarılarından sonra. Thyateira’dan ayrıldıktan sonraki ikinci günün akşamı eski bir Frig şehri olan ve şu sıralar Selevkos’a ait Akmonya şehrine ulaştık. Şehrin bembeyaz duvarları gün batımında altın gibi parlıyordu ve giriş kapısındaki taş işçiliği göz alıcıydı. Selevkos hakimiyetinde şehir oldukça fazla yahudi göçü almış, yahudi nüfus hatrı sayılır bir çoğunluğa ulaşmıştı. Tabi ki yahudilerin gelişiyle ticaret de hızlanmış, şehir kısa sürede zenginleşmişti. Kalacağımız hanı da yahudi bir kadın işletiyordu. Kadının ismi Tzipporah’ydı. Müşteriler seslenirken " Zip " diye sesleniyorlardı. Kadının sevecen tavırları, herkesle kendi ilgilenme çabası, tombul görünüşü ve hanı inleten kahkahalarının insana daha ilk görüşte samimi hissettirdiğini itiraf etmeliyim. Bizi de ilk kez görmesine rağmen aynı samimiyetle karşıladı, fazlasıyla ilgilendi ve hatta yarım yamalak latincesiyle bir kaç edepsiz espri bile yaptı. Yemeğimizi yedikten sonra fazla oyalanmadan odalarımıza çıktık. Neredeyse Pessinus’a giden yolu yarılamıştık. Gün içinde daha çok mesafe kat edip bir an önce varmak istiyordum. O yüzden adamlarıma oyalanmadan yatıp erken kalkmalarını söyledim. Söyledim ama ben yine uyuyamadım. Yattığım yerde düşünmeye başladım. Rüyamı, druid kadını, yolculuğun nasıl sonuçlanacağını... Sonuçta Pessinus’a gittiğimizde bize çok sevgili tanrıçalarını elleriyle sunmayacaklardı. Büyük ihtimal gizlice almamız gerekecekti. Yani hırsızlık yapacaktık. Bir asker olarak çok övüneceğim bir durum yoktu, ancak herhangi bir can kaybındansa hırsızlığı tercih ederim. Peki ya bahsettiğimiz şey taşıyamayacağımız kadar büyükse? İşte bunu yola çıktığımızdan beri hiç düşünmemiştim. Fena halde canım sıkıldı. Bütün bu yolculuk boşa gidebilirdi. Olmayan uykum hepten kaçmıştı. Gecenin ilerleyen saatlerinde handaki son müşteriler de sızmış olacak ki gürültüler kesilmiş, tam bir sessizlik hakim olmuştu. Çıkıp yine sokaklarda adımlamayı düşündüm. Aslında içten içe imkansız olmasına rağmen o kadını yine görebilmeyi umuyordum. Bu temennime kendim bile gülmüştüm. Sessizce kapıyı aralayarak odamdan çıktım. O an karşılaştığım ve bana yıl gibi uzun gelen manzara karşısında tüm uzuvlarımın dermanı kesildi adeta, donakaldım. Odamdan çıktığımda, miğferlerinden Selevkos askeri olduğu anlaşılan silahlı dört askeri ikişerli grup halinde adamlarımın odalarından çıkarken gördüm. Şaşkınlığımın onlardan daha çabuk geçmesini fırsat bilerek, kapının solunda daha yakınımda olan ikisini bir tekmeyle yere yıktım. Onlar daha yerden kalkamadan karşı odanın önündeki diğer ikisini biçtim. Sonra hızla yerdekilerin üzerine çullanıp işlerini bitirdim. Tüm bunlar bir bardak Ancona şarabının mideye indirecek süre zarfında tamamen asker içgüdüsüyle gerçekleşti. Daha olayın heyecanını atlatamadan, koridorun başında bekleyen Tzipporah’yı farkettim. Korkmuş ve duvara yapışmıştı. Fırlayıp boğazına sarıldım. Devamlı özür diliyor, askerlerin onu tehdit ettiğini söylüyordu. Yalvaran görüntüsüne acıyıp boğazındaki elimi gevşetmemle bağırarak aşağıdaki askerlere kaçtığımı söylemesi bir oldu. Tüm sempatisine, sevecenliğine, sevimli görünüşüne aldırmadan kılıcımı çenesinin altından sokuverdim. Merdivenlerden ayak sesleri gelirken ben çoktan pencereden yan binanın çatısına geçmiştim. Şehrin kuzeyi olduğunu tahmin ettiğim yöne doğru bir çatıdan diğer çatıya geçerek koştum. Ay dolunay olmasa da çevre dikkatli gözlerden kaçamayacağım kadar aydınlıktı. Kuzey kapısındaki muhafızların henüz olaydan haberdar olmadıklarını düşünüyordum ki, borazanlar çalınmaya başladı. Muhafızlar demir kapıyı indirmek üzereyken üzerlerine atladım. Birini kılıcımın kabzasıyla bayılttım, ama diğer miğfersiz olanın kafasını çok sert bir biçimde duvara çarptım. Şehrin hemen dışındaki ormana ulaştığımda şehirden gelen borazan sesleri had safhadaydı. Artık bir kaçaktım ve tamamen yapayalnızdım. ==========================================> |