1
Yorum
1
Beğeni
5,0
Puan
1653
Okunma
-Rumeli’nin has evladı Mehmet Başaran’a sevgiyle-
dedelerimin dedelerinin dedelerinin
hayaletleri akın ediyor geceleri uykularımın kapılarına
haykırış ve yakarışlarla bölünüyor rüyalarım dilim dilim
bilmediğim solgun yüzler, görmediğim yorgun gözler…
sığınak arıyorlar, barınak arıyorlar büyük yalnızlıklarına
yurt adına dövüşürken uluorta yurtsuz kalan öksüzler.
ne yeterli postalım var onların çatlamış çıplak ayaklarına,
ne de saracak bezim, kefensiz vücutlarına -öyle derbeder
ve hâlâ kanayan sayısız yaralarla kaplı derin mi derin-
ah, o kadar zavallıyım ki, yanıt veremeyince çığlıklarına
soy kökümden buharlaşıp gidenlerin.
ben onları senden sormaya geldim, paşa,
başkaca bir amacı yok türbeni sık sık tavaf etmemin
-ne mirasına yatmak, ne de şöhretini kapmak hâşâ-
dua falan da etmem, karışmamak için tanrı’nın gizlerine;
bir de, huyum kurusun, ne lanet ederim, ne de yemin,
meraklı hiç değilim, ilgi duymam kişilerin özellerine.
ama beni denize delik açmaktan usandıran çilemin
rest çektim çarpık cilvelerine, kokuşmuş hilelerine,
anladım ve inandım ki dönmek gerek erkekçe en başa,
doğruluğundan kuşkulanarak tüm doğru bilinenlerin,
gerçeği senden duymaya geldim, paşa.
bursa’dan başlattığın seferi anlat bana,
verilen vaatleri, dağıtılan umutları, kabartılan iştahları
coşkun hutbeleri anlat din, ümmet adına, şehadet adına,
rumeli’yi cennet sanan başı börklü, posbıyıklı aslanların
ateşli bakışlarını anlat, yakıp eriten keşişdağı’ndaki karı,
hayallerini anlat, fersah fersah önlerinde koşan onların,
omuzlardan günah gibi sarkan yayları anlat, safkan atları,
hani kişneyerek kıyamete koşanlar dörtnala akın akın,
anlat nasıl çıkardı veda ayini gibi göğün en son katına
kulakları kevgir eden mehterin o tehditkâr çığlıkları.
velhasıl, paşa, sen her şeyi anlat bana.
kim bilir belki de birazcık üzgündüler,
belki ilk kez kopuyorlardı ipek koynundan yeşil bursa’nın.
bilinmezliğin davetinin kerametini de bilemezlerdi elbet.
belki son kez baktılar el sallayan çiçekli şeftali ağaçlarına
hem de hiç düşünmeden son olduğunu bu ayrılık anının;
marmara’yı ilk kez gördüler belki ve belki de saçlarına
ilk kez dokundu deniz yeli, eli gibi, olmayan bir sevdanın.
bir daha dönememe kaygısı mı çöktü buğulu bakışlarına?
nedendi o kalp çırpıntısı, yüzlerden süzülen o soğuk ter?
nasıl şeydi hissetmek soluğunu ölümün o denli yakın?
düşündün mü, paşa, onlar ne düşündüler?
mutluluk sayılır mı, paşa, kılıçla kazanılan?
oysa onlara öyle öğretildi kural, öyle kazındı belleklerine
tıpkı ayet gibi, hadis gibi: mubahtır din adına dökülen kan!
bu muydu onları yambolu’dan, islimiye’den tiran’a dek
kara bir kasırga gibi savuran meçhulün derinliklerine?
bu muydu, bahçede çiçek toplarcasına, kapı kapı gezerek
hırsız gibi el koymak çaresiz annelerin sevdiklerine?
yıkımların, yakımların, talanların hesabını kim verecek?
tarihte sonsuza kadar tütmeyecek mi bu günahkâr duman?
anlaşılan o ki, paşa, cetlerime huzurlu bir yaşam yerine
maceralı bir yazgıyı reva görmüş yaradan.
dağılmışlar rumeli’nin dört bir yanına
mezarlarını bari biliyor musun, paşa, sahipsiz mezarlarını,
bir damla su verenleri oldu mu ki girmeden yerin bağrına?
mucizelerine inandıkları evliyalar mı bağladı çenelerini?
kim bilir akbabalar, sırtlanlar okudu belki en son dualarını.
yokluğun ötesinden duyar gibi oldukça bitmez iniltilerini
hep sana yükledim nedense onların gafil günahlarını
ve ben ömrümce aşmak istesem de bilinmezlik tepelerini
takılıp kalmışım, paşa, en zor bir sorunun en yakıcı ağına:
nasıl tanıtırım meçhul dedelerimin dedelerinin dedelerini
torunlarımın torunlarının torunlarına?
5.0
100% (1)