2
Yorum
3
Beğeni
5,0
Puan
1317
Okunma

ellerim yorgundu tenine dokunmaktan
ve uzuyordu zaman, uzadıkça gecenin saçları...
kendimi kaybettiğim sokağın birinde, fazla içmiş olacağım ki seni düşlüyorum yine.
hayalin bana olmadık oyunlarını oynarken kirpiklerime inmiş perde de, hani olur ya ay’ın deniz üzeri yakamoz sevişmeleri...
işte tamda o’ralardayım... aslında sendeydim...
sen koca bir şehir, bense senin içinden geçen sessiz bir nehirdim...
olmadı
varamadım gözlerin dediğim denize.
en olmadık yerde kollara ayrıldım ve ayrıldım senden yönsüz tabelaların eşliğinde...
oysa
biriktirdiğim onca gözyaşı, olanca keder ve seyrüsefere bıraktığım düşler...
hepsi kağıdın kalem oyununda silindi...
kim bilirdi?
kim bilirdi? oyun edeceğini bana
parfümünü birkaç kelimeye iliştirip bir mektup eşliğinde!
ben; yani maktülüne yollayacağına ve adını dudaklarımda cinayet sebebi sayacağını,
ki sen!
ki sen en büyük cinnet haliydin benim küçük dünyamda
bir lunaparkın gece suskunluğuydun parmaklarımda...
sığdıramadın ama;
sığdıramadın değil mi? yüreğim dediğin haraç mezat darp’haneye
ve sattın beni az biraz daha zaman kazanmak için üç-beş adi kuruşa...
yapma!
olmadık yerden vurma... orada yüreğim var dokunma ve okunmasın bir daha ismin kulaklarıma...
ben; gecenin gündüze doğarken bıraktığı cinayet mahalli
sen; kaldırımlarda kalmış DNA’sı bile tespit edilemeyen silinmiş bir’kan zerresi...
eski’ci’m
hüznüm senden yarım kalan dün tarihli takvim yaprağı...
gözlerin ilk ölünecek yerlerin başlangıcı...
tenin, tenimden beslenen çöl ortası Babil bahçesi...
artık;
çoğu gitti azı kaldı hayatımızdakilerin
ve herkes yüzünü gösterdi gök’yüzünün dışında...
inan bana... inanmasan da...
Gökay Birkan SUCAKLI
5.0
100% (3)